6 Nisan 2024 Cumartesi

MERKEZ SAĞ ÖLDÜ AMA SİYASAL İSLAMCILAR SELASINI OKUMADILAR - 100

Her insanın sadece kendisine sakladığı karanlık bir yüzü var. Sanırım benim karanlık yüzüm Trabzonspor taraftarlığım. İçimdeki eli mızraklı Makron Trabzonspor’un her haksızlığa uğradığını düşündüğüm durumlarda ortaya çıkıyor. İşin ilginç tarafı eli mızraklı o Makron savaşçı iktidarın ekabirlerine sataştığında bu insanların hoşuna gidiyor. Ne zamanki o mızrak yere yatırdığı iki Trabzonsporlu futbolcuyu döven bir Afrikalıya yöneliyor o zaman durum değişiyor. Öteden beri yaptığım siyasî analizler, sosyolojik gözlemler bazılarının gözünde ucuzlaşıyor. “Demek sen o kadar da iyi bir yazar değilmişsin, iflah olmaz fanatik bir Trabzonsporluymuşsun! Bak adama yamyam dedin! Seni takip etmeyi bırakıyoruz.” Yani savaşçı bir Makron mızrağı Romalılara çevirdiğinde mesele yok ama Romalılar adına savaşan bir Afrikalıya çevirdiğinde kıyamet kopuyor.
Aklıma II. Dünya Savaşı’nda Afrika’da El Alameyn muharebesinde Nazilerin askeri üssünü basıp savaşın gidişatını değişen İngiliz askerlerin profilleri geliyor. O askerlerin sivil hayattaki mesleklerine, karakter özelliklerine baktığınızda şöyle dersiniz. “Koca İngiliz ordusu bu muharebeyi bu adamlarla mı kazandı?” Birisi İngiltere taşrasında basit bir musluk tamircisi, bir diğeri İrlanda’da bir çiftçi, bir diğeri Londra’da temizlik görevlisi vs. Ama sırf o işi başarmak için eğitim almışlar.
Şunu demeye çalışıyorum. Evet, iflah olmaz bir Trabzonspor taraftarıyım. O yazıları, hiç umurunuzda olmayan edebi eserleri de ben ürettim. Elimde bir mızrak olsaydı ve iki Trabzonluyu yere yatırmış o yamyamın yanında olsaydım hiç acımadan mızrağı sırtına sokardım. Hiç şakam yok! Ben bugün bir şey görmüyorum. 40 küsur yıldır gördüğüm şeyin ne olduğunu tarif ediyorum sadece. Ve o 40 yılın sonunda 40 bin Trabzonsporlunun bir ağızdan “Ananın ….. ….. Fenerbahçe!” diye bağırdığını gördüm. Ve bu benim bu hayatta gördüğüm en sahici birkaç şeyden birisiydi.

Yayıncı bir arkadaşım var. Aslen Kerkük Türklerinden; hafif çölde yanmış gibi bir hali var. Ben ona “Arap büyücü!” diyorum. Bazen telefonda ordan burdan konuşuruz. Birgün beni aradı. “Hani sen gelmiyor musun?” diye sordu. “Nereye gelmiyor muyum?” “Nereye olacak Ayasofya’nın açılışına!” “Ben öyle şov kokan işlerde yokum.” dedim. “Hainsiniz oğlum siz!” Dili “hain” diyor bana ama kalbi benimle sırnaşıyor.
Aradan uzun bir zaman geçiyor. Bunun Amerika’da yaşayan ağabeyi hükümete verip veriştiriyor. Yok hükümet öyle; yok bakanları böyle yapmış, diye sosyal medyada havadan sudan bir şeyler çiziktiriyor. O zannediyor Türkiye de Amerika gibi fikir özgürlüğünün olduğu bir ülke. Tabi Amerika’dayken yazdığı şeyleri unutuyor. Türkiye’ye dönüyor. Ağabeyinin hiçbir şeyden haberi yok ama Fahireddin bunu kara listeye almış. Derken polisler havaalanında palas pandıras yakalıyorlar adamı. Ayasofya’ya elinde seccade ile yaylana yaylana giden bizim eleman İstanbul trafiğini aşıp soluğu havaalanında alıyor. Adamların hiç şakası yok; hükümete hakaretten tutuklanacak ağabeyi. Neyse yalvar yakar valiz çanta ağabeyini tarafsız bölgeye güç bela gönderiyorlar. Yeniden vize, uçak bileti, Maraş dondurması derken ver elini Amerika. İspanya üzerinden uçarken saatler önce güneye uçan albatrosların tekrar kuzeye doğru uçtuğunu görüyor ağabeyi ve bir nebze olsun içi ferahlıyor. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra JF Kennedy havaalanına inip eski huzuruna kavuşuyor. Yine aradan belli bir zaman geçiyor. Hükümet ağabeyi hakkında iade kararı çıkarmış, ülkeye iadesini ve mahkemede yargılanmasını istiyor. Amerikalı merciler ağabeyinin yaptığı yorumların tercümelerini okumuşlar ve Türk yetkililere suç sayılabilecek herhangi bir şey olmadığını söylemişler. Ve eklemişler; Twitter insanlara bu türden ucuzca suçlama yapmak için kurulmamıştır. İla ahir komediler.
Bu dostumuz geçenlerde beni aradı. Uzun uzadıya bu olayı anlattı. Ağabeyi Amerika’da mahsur kalmış. Annesini babasını dostlarını özlemiş ama hapse düşme ihtimali olduğu için gelemiyor. Hükümetin değişmesini ve yeni bir özgürlük dalgasının başlamasını bekliyorlarmış. Ben de ona “Sen Ayasofya’ya bi daha git, ağabeyin için de dua et, orası mübarek bir yerdir, duaların kabul olur.” dedim. Gülüyor tabi. Muhabbetin sonunda aslında “O kadar da hain değilmişsin!” demeye getiriyor. Ben de ona “O kadar acele etme, yakında beni en büyük vatansever ilan edeceksiniz.” dedim. Yüzü gülüyor ama biliyorum ki içi kan ağlıyor.

Tanrı melekleri aracılığıyla indirdiği kutsal kitaplarla insanlara ahlak vaaz eder.
Bilimadamları icatlarıyla, felsefeciler düşünceleriyle, teorisyenler teorileriyle inşalara başka şeyler söyler.
Ozanlar türküleriyle, şairler şiirleriyle insanın varoluş sancısına dair birşeyler söylerler.
Kanunlar ise konuşmazlar; onlar insandan sessizce itaat etmesini beklerler.
Modernliğin insan ruhunda sebep olduğu endikasyonlara dair iyi yazarlar romanlarıyla, hikâyeleriyle, denemeleriyle bambaşka şeyler söylerler. İşte bu yüzden ciddi bir yazarın insana dair söylediği sözle peygamberlerin, azizlerin, ermişlerin söylediği sözler aynı sahaya ilişkindir. Sözü tanrısal kılan ve çoğu yazarın farkında olmadığı şey işte bu sahadır.
Bir insan tanrının kesin sözüne, bilimadamlarının yasalarına tahammül edemediği ölçüde Neşet Ertaş’ın Şaman ayinlerinden farksız türkülerini dinler, Gabriel Garcia Marquez’in romanlarını okur.

Kendimize dürüst olalım. Filistin konusunda sosyal medyada yayınlanan filtresiz görüntüler, yapılan haberler tıpkı iç siyasetteki o çekilmez ve çaresiz durum gibi Müslüman duyarlılığımızda en kritik noktayı çökertti. Diğer bir deyişle modern hayatın bize sunduğu konfor alanı bu trajedi karşısında bizi epeyce duyarsızlaştırdı. Artık birçoğumuz o görüntülere tahammül edemiyoruz. Siyonist İsrail’in Gazze’de yaptığı Filistinli Müslüman katliamlarını sonuna kadar izleyemiyoruz. Zira bir katliam bitmeden bir diğeri başlıyor ve bu durumun bir çaresi de yok gibi. Bu durumda ahlaklı Müslüman olma vasfımız, insan olmaktan neşet eden vicdanımız hiçbir işe yaramıyor. Gazze’de yaşanan vahşet karşısındaki edilgen tavrımız bizi tarih önünde Müslümanlığı işe yaramayan, hiçbir ciddi yaptırımı olmayan işe yaramaz budalalara çeviriyor. Kısacası Siyonizm Gazze’de sadece Filistinlileri değil ekran başında o görüntüleri izlemekten imtina eden Müslümanların da vicdanını öldürüyor.

Bu yerel seçimler öncesinde beni şaşırtan şeylere dair.
Hemen her parti belediyeleri yönetmeye talip ama hiç kimse oturduğu apartmanı şöyle dört başı mamur bir şekilde yönetmeyi, en azından medeni cesaretini kuşanıp apartman yönetimine katılmaya tenezzül etmiyor.
Meselâ benim yaşadığım ilçede yığınla mekân düzenleme sorunu mevcut. Hiçbir insan evladı bunları kamuoyunda gündeme getirmeyi, yerel yönetimden çözüm talep etmeyi akıl edemiyor. Ama aynı ilçede belediye başkanı ya da mahallede muhtar olmayı iştiyakla arzu ediyor. Yönetilmeyi bilmeyenler ya da yönetime katılmayı akıl edemeyenler garip bir şekilde yönetmeye talipler.
Meselâ bütün o belediye başkanı adaylarına, encümen üyelerine, muhtar adaylarına yönetim ve organizasyon konusunda –geçtim modern teorisyenleri— birkaç klasik teorisyen ismi ve eseri söyle, diye bir sual sorsam afallayıp kalırlar. Ama bir şekilde belediyeleri mahalleleri köyleri yönetmeye talipler.
Meselâ ben bir süredir çalıştığım kurumda neredeyse ölülerle, hayalet isimlerle, yönetime katılma konusunda gönülsüz insanlarla işleri yürütmeye çalışıyorum. Yönetime katılmayı, olumlu icraata destek vermeyi bir zaaf, bir yenilgi gibi gören sığ bir anlayışla boğuşuyorum. Ama onlara ‘gel bu kurumu sen yönet, buna sen layıksın, diye bir öneride bulunacak olsam buna dünden razılar. Yani yönetimin hiçbir aşamasında bulunmadan, bir kurumu yönetme konusunda sabır gösterip belli bir tecrübe edinmeden herkes yönetmeye talip. Hakkıyla yönetilmeyi, yönetime katılma sabrını göstermeden yönetici olmak için can atıyor olmak gerçekten bana çok tuhaf geliyor.

Centilmen bir seçim olsun, seçim günü ülkede hoşgörü hakim olsun, kaybeden adaylar kazanını tebrik etsin, kazanan Türk demokrasisi olsun, diyeceğim ama çok iyimser ve boş bir temenni olacak. Yine aynı teraneler tekrar edilecek; sandıklar basılacak, önceden provası yapılmış hileler devreye girecek, seçim kurullarında bul karayı al başkanlığı numaraları dönecek. İktidar sandıkta kaybettiğinde her şeyini kaybedecekmiş gibi bir havada seçime gidecek. İstanbul düşerse Kudüs, Mekke düşer, sloganıyla hareket edecekler.
Esasen klasik anlamda demokrasi “Atina’nın çöpünü kim toplayacak, kaldırımlarını kim düzenleyecek” meselesidir. Ama sıradan insanlar için İstanbul’un, Ankara’nın çöpünü kimin topladığının, kanalizasyon sistemini kimin yaptığının herhangi bir önemi yoktur. Asıl sorun birilerinin o işleri hakkıyla yapıp yapmadığıdır. Bizde siyasetteki esas açmaz o sıradan işler üzerinden devlete hakim olma ve kendi siyasî ideolojine alan açma ve onu iktidarı üzerinden topluma empoze etme kurnazlığıdır. Yerel seçimleri ehemmiyetli kılan husus tam da budur. Çünkü bizdeki siyasî partilerin kültür, sanat, eğitim, spor vs. hayatın diğer alanlarında üniversal anlamda değer üreterek iktidar olma yetileri yoktur. Sadece iktidarın kendisine talip olarak dolaylı yoldan o alanları da işgal etme eğilimindedirler.

Oruç sadece fiziksel anlamda insan anatomisinde belli bir ayıklama yapmaz. Oruç insan bedeninde yaptığı biyolojik ayıklamanın bir benzerini zihin dünyasında da yapar. Hakkıyla tutulmuş bir oruç insanın hayata ve dünyaya dair bildiğini zannettiği birçok şeyi yeniden sorgulamasına kapı aralar; çok daha derin bir kavrayışla onları en baştan anlamlandırmasını sağlar. Orucun ilk etapta fark edilmeyen ama gerçek bir Müslümanı ilgilendiren yönü tam olarak budur; fiziksel değişime bağlı olarak zihinsel dünyada yaşanan -bir tür eliminasyon- değişim. Bu açıdan bakıldığında oruç insandaki fazlalıkların elenmesine, gereksiz yüklerin, bagajların atılmasına sebep olur. Bir ay boyunca hem fiziksel hem de zihinsel bir arınmadan sonra oruç insanı kritik bir eşikte bırakır. Artık o eşikte oruç tutan Müslümanın zihin dünyasında bir inanç olarak kökleşmiş ilkeler mevcuttur. Müslüman yüksek ahlak, erdem, dürüstlük, iyilik, sadakat gibi o en dipteki ilkeler üzerinden yeniden doğar. Aktüel hayata o köklü ilkeler üzerinden reaksiyon vermesi ve yaşadığı hayatı ahlaktan, erdemden, iyilikten yana ıslah etmesi ve demlemesi beklenir. Şayet oruç tutan bir Müslüman zihnindeki fazlalıkları atıp köke inemiyor ve oradan yeniden doğamıyorsa bu ibadeti hakkıyla yapamıyor demektir.

31 Mart yerel seçimlerinin sonuçlarına dair umumi manzara;
Yerel seçim sonuçlarının genel görünüşünden ortaya çıkan çok net bir durum var; Türkiye AKP’nin 22 yıllık iktidarında yaşadığı politik değişim ve toplumsal dönüşümle bambaşka bir yere evrildi. Evrildiği yerde halkın politik tercihleri öngörülebilir değildir. Bu çok net bir olgu.
İktidarın uzun bir süredir ülkeyi muhasebesizce yönetmesinin halktaki karşı reaksiyonu merkez sağın klasik kaypaklığı olarak nüksetti. Bunun en çarpıcı örneği ANAP’ın ve Doğru Yol Partisi’nin merkez sağdan hatta DSP’nin siyasetten silinmesiyle gerçekleşmişti. Bu yerel seçimlerin sonuçlarından anlaşılan şey mevcut iktidarın da aynı yola girdiği şeklinde. Halk ülkeyi yoran ve sürekli kendini tekrarlayan bir iktidarı tasfiye ediyor.
Yukarıda da söylediğim gibi ülke sosyolojisi hızla değişiyor. Seçmen taşra kafalı mukaddesatçı politikacıların hayatın gerçeğini ıskalayan boş retoriklerinden usandı. Bu yüzden sandıktaki tercihlerini farklı partilere yönlendiriyorlar. Eski tip maço politik tavırlı politikacıların değişen sosyolojide karşılığı yok. Bu çok net!
Bu yerel seçimlerde halk sandıktaki tercihiyle iktidarın gücünü eritti. CHP’ye ülkenin siyasî geleceği konusunda yeşil ışık yaktı. Bu siyasî tabloya göre iktidar ülkeyi yönetme konusunda artık başına buyruk davranamaz. Ülkede dikkate alması gereken ciddi bir muhalif blok var. En azından yerel iktidarda durum bundan ibarettir.
Bu yerel seçimlerin sonuçlarındaki en dramatik olgu; seçmenin sandıkta MHP’ye ve İyi Parti’ye kestiği ağır faturadır. Cumhur İttifakı içindeki MHP’nin ülke meseleleriyle ilgili mesuliyetten uzak tavrı ve İyi Parti’nin ulusal politikadaki belirsiz durumu sandığa yansımış görünüyor. İyi Parti’deki irtifa kaybı tahmin edilenden çok daha büyük ve düşündürücü.
Yeniden Refah Partisi’nin % 6’ya yaklaşan oy oranını iktidardan kopan seçmen kitlesinin yeni bir yönelimi olarak değerlendirmek mümkündür.
Kısacası bu yerel seçimin açık ara galibi büyükşehir belediyelerinde oy oranını artıran CHP’dir. Son genel seçimde % 52 oy oranıyla meclis aritmetiğini domine eden AKP ise % 16’lık bir düşüşle epeyce gerilemiş görünüyor. Ülkede kronikleşen sorunlar devam ettiği sürece AKP’nin parıltılı iktidarı tıpkı ANAP gibi, DYP gibi merkez sağdaki seçmenin kaypak tavrıyla buhar olacak. Bu seçimlerin sonuçlarından anlaşılan şey budur.
Bu yerel seçimlerde bir varlık gösteremeyen Saadet Partisi’nde genel başkanlık ve yönetim düzeyinde ciddi bir değişim kaçınılmaz görünüyor.


Uyarı: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple eser sahibinin onayı olmaksızın yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi hukuken yasaktır. Bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı kanun hükümlerine tabidir.

Hiç yorum yok: