27 Nisan 2024 Cumartesi

MERKEZ SAĞ ÖLDÜ AMA SİYASAL İSLAMCILAR SELASINI OKUMADILAR - 102

Zihnimiz sürekli kötü olduğunu düşündüğümüz bir iktidara karşı sözle muktedir olmakla meşgul. Bu sebeptendir ki hayatın rutinine dalmakta güçlük çekiyoruz. Eskisi gibi gazete okuyamıyoruz. Her gün bir çiçeğe su verecek kadar sabrımız yok. Kedileri uzaktan seviyoruz ama onları veterinere götürüp tedavi ettirecek kadar tahammüllü değiliz. Sokakları çöpçüler süpürsün istiyoruz. Hayat kaldırımlardaki hiç kullanılmayan o sarı tırtıklı kör çizgileri gibi bize yaramıyor. İbni Haldun bu gibi durumlar için hadariye gibi bir şey kullanmıştı. Modern bir toplumda işini iyi yapan bir orospu ile bir azizin – şeyh ya da mafya babası da olabilir çok önemli değil– değerce eşitlenip birbirini öğütmesi.

Gabriel Garcia Marquez’in Ağustos’ta Görüşürüz adlı yarım kalmış romanını okurken, daha ilk cümlesinde “Evet bu Marquez’in kalemi!” demiştim. Roman bitmesin diye kitapla biraz eğleştim ama bir çırpıda bitti. Marquez’in çoğu eserinde olduğu gibi hayatın arsızlığının üstüne giden o ironik üsluba bir kez daha şahit oldum. Bir yazar olarak Marquez’in Ağustos’ta Görüşürüz’ü neden gözden çıkardığı üzerinde düşündüm. Haklıydı adam. Adaya giden o kaltağı çok daha kusursuz becerttirebilirdi o metinde. Yalnız Gabriel Garcia Marquez’in tam da bu romanın evrenine paralel bir hikâyesini hatırlıyorum. Yine bir orospuydu, bir barda oturmuş barmenle cinsel arzu ile sevgi arasındaki fark üzerine akıl oyunları oynuyordu. Neyse bu eserden sonra Marquez’in Benim Hüzünlü Orospularım adlı romanını okumam şart oldu.

Milli Görüşçüleri modern bir toplumda siyaset yaparken oturdukları azizlik koltuğundan bir türlü indiremedik. Modern bir toplumda siyaset bir makine mühendisinin kehanetleriyle olmaz, ahlak vaaz etmekle siyaset üretmek birbirinden farklı şeylerdir, demiştik. Bunun için kallavi sosyloji ve psikoloji bilmek gerektiğini söylemiştik. Yani Milli Görüş’ün modern bir ülkedeki siyasetin dışına savruşulundaki fundamental yapıya dikkat çekmeye çalıştım.
Bugün siyasal İslamcılık diye ülkenin başına musallat olan bela maalesef Milli Görüş’ün modern bir toplumda politika yapmayı yüksek mühendislik üzerinden -makine, motor, ağır sanayi vs.- tasavvur etmesinden neşet etmiştir. 90’lı yıllarda çokça dillendirilen “Harp hiledir.” Hadisi Şerifi modern bir toplumdaki politik yorumu itibarıyla bugünkü siyasal İslamcılığın Makyavel ahlakının da temelini teşkil etmektedir. Sağda solda benim hakkımda fazla vıdıvıdı etmeyin, bu cümleler hakkında düşünün biraz.

Onu ilk olarak Netflix’te yayınlanan Crown dizisinde canlandırdığı İngilizlerin Demir Leydi’si Margareth Thatcher’ın takıntılı başbakanlığını canlandırırken fark etmiştim. Koca bir ülkeyi yönetmekle sorumlu bir kadının psişik gelgitlerini, bir dizi sakarlıkla dolu mutfağındaki beceriksiz hallerini o denli gerçekçi oynamıştı ki, hayran kalmıştım Gillian Anderson’a. Kusursuza yakın oyunculuklar gördüm, 120 dakikada bir göz kırpışta da mı hata yapmazsın be adam, dediğim aktörler aktrisler oldu. Ama bu bambaşka bir şey. Rolü kusursuzca yapmayı geçtik, o rolü yaparken saniyenin onda birinde sizinle oynuyor. Meselâ yine Netflix’te yayınlanan Sex Education dizisinde kolejli bir ergenin Sex Terapisti annesini oynuyor. Yani rolün zorluk derecesi geriye doğru iki burgulu takla ve tam dengeli iniş. Gillian Anderson bu rolünde de harika. Şimdi sanatta şöyle bir durum vardır. Klasik, yani sanatın bilinen yerleşik kurallarıyla o sanatı hayatta sırf onu yapmış olmak için doğmuşçasına o sanatı icra etme hali. Bunda ustalaşınca o sanata zamanın ruhuna uygun olarak modern bir yorum getirme hali söz konusudur. İşte bunu yapabilmek için o sanatı ustaca icra edebileceğinin özgüvenini herkese sunabilmelisiniz. Bir de o sanatın klasik halini gen haline getirmiş olmak ve modern yorumu kuşkuya yer bırakmayacak şekilde yapabilmek ve daha ileri bir aşama olarak o sanatın kurallarıyla oynayabilmek – ama bu asla keyfi bir şey değil, o kurallarla belli kurallar dahilinde oynamak – aşaması var. Tavuk pisliği gibi yapılmış soyut resimlerle dolu bir resim galerisini düşünün. Şimdi unutun. Yani ben bana verilen bu rolü kusursuzca yapıyorum; hatta bu rolü yapmak benim sanat genlerimde var. Şimdi bu rolü modern bir yorum olarak hem şöyle hem de böyle oynayabiliyorum. Dahası bana yönetmenin söylediği bütün o sıkıcı sanat prosedürünün ötesine geçip sizi biraz eğlendirmek için bu rolü saniyenin onda biri belki onda üçü kadar bölümünde planlı olarak bozuyorum. Anladınız mı? Hepiniz öküz gibi kameraya bakan Türk mankenlerini izleyip retinanızı kirlettiğiniz için anladığınızı hiç sanmıyorum. İşte o kadın bunu her defasında klinik derecesinde kusursuzca yapıyor. Buna sinemada Türkiş paçozluktan ve vasat şöhret budalalığından azade yüksek sanat diyoruz, efendim.

Bugün de hiçbir Oflu raflarını boşalttığı marketlerde çalışan kasiyerlere teşekkür etme gereği duymadı. Hiçbir sebep yokken komşusuna tebessüm edip selam vermedi, halini hatırını soracak türden bir tavazü göstermedi, uyuz olmuş bir sokak köpeğini “Mahlukata merhamet imandandır.” deyip veterinere getirmedi, vadideki kırk köyün seksen mezarlığından sızan suyu içtiğini aklına getirmedi, ölen ağalarının ardından yas tutmanın demokrasi ile bağdaşmadığını dillendirmeye cesaret edemedi, havadaki kurşunun kokusunu hissetmedi, balkonların çiçeksizliğinden yakınmadı. İlaahir insafsız derecede insansızlık halleri.

Mr. Alebo’yla bir şekilde tanıştık. Daha doğrusu bir arkadaşın rica minnet üzerine tanıştık. Bir sahilde mevsimlik bir bar kafeterya türü bir yerin işletme müdürüymüş. Olmayan kulağıyla, bilmediği notalarla ölü müzik yapıyormuş. Mr. Alebo ile tanışır tanışmaz “Beni tanımıyor musunuz?” dedi. “Hayır, dedim sizi hiç tanımıyorum. Adınızı -boktan sanatınızı- hiç duymadım. Arkadaş benim bir yazar olduğumu söyleyince ve saçlarımdaki beyazlığın nedeni anlaşılınca Mr. Alebo alttan almaya başladı. Ama şu kadarını teslim etmem lazım, konuşması, karşısındakine hitabeti, anlattığı mevzulara hakimiyetinde herhangi bir sorun yok. Sezinlediğim tek sorun karşısındakini saygıya değer bir kişi olup olmadığını tartarken mütereddit ruh hali. Onun dışında gayet müeddep birisi. Ama hayata karşı Mr. Alebo’nun tuhaf bir yanılgısı var. Mercedes'li yamyamlardan oluşan bu denli ilkel benliğe sahip bir toplumda insan olmanın kıstasını tanınır olmak ve reklamla şöhret sahibi olmak olarak bellemiş. Oysa Mr. Alebo daha bilmiyor ki doğup büyüdüğü vadideki insanların duygu düşünce arşivlerini tutan kişi benim. Yani bu türden ucuz numaraların sökmeyeceği tek kişi benim. Şöhretli bir müzisyen numarası yapıyorsan benim gözümde hiçbir değerin yok. Mr. Alebo’dan başka bir şey değilsin demek ki. Geçenlerde Mr. Alebo’nun bir türküsüne denk geldim. At desen at değil, deve desen deve değil. Arabesk müzikten daha beter bir kakafoni. Yalnız Mr. Alebo sahneye Rocky Balboa edasıyla çıkmış, o kısmını beğendim. Ama ses müzik ve kuşkonmaz orkestrası çok kötüydü. Şunu demeye çalışıyorum. Aklınızın, bilginizin, yeteneğinizin fazlasına sarktığınızda, dahası kendinizi bir halt zannedip şöhret budalalaığına sardığınızda fena halde rezil olursunuz. Oturun iki nota öğrenin ve onunla nasıl bir türkü söyleyebilirim, üzerinde düşünün.

Bizim Sercan’ın tuhaf takıntıları var. Sovyetler Birliği döneminden kalmış paslı bir trenle bana uzun bir Sibirya yolculuğu yaptırma planı var. Ya da en kötü ihtimalle benzer bir trenle Kafkasya turu. İlkinde zalim diktatör Stalin’in Çin’e gönderdiği kayıp altınların izini sürecektik. İkincisinde ise Sovyet Rusya’dan kalan halkın günlük yaşamını gözlemleyecektik. İlk vagonda Beyaz Ruslar, ikinci vagonda Azeriler, üçüncü vagonda Ermeniler, dördüncü vagonda Tatarlar, beşincisinde horozlarıyla Kırgızlar… Bir de bu turlara bir isim koymuştuk. İlkine Sibirya Sürgün turu, ikincisine ise Kafkasya Drakula turu. Sibirya Sürgün turunda uslu uslu oturacaktık. Etrafta bir KGB casusu olmadığından emin olunca seyahate ilişkin notlar alacak fantastik aforizmalar yazacaktık. İkinci Kafkasya Drakula turunda ise tek tek vagonları dolaşacak Sovyet halklarını yakından gözlemleyecek, vagonlarda cinayet işlenip işlenmediğini kontrol edecektik. Bütün bunları yaparken paltomuzun kolunda birer komando bıçağı hazır olacaktı. Ama bunlardan hiçbiri olmadı. Sercan her Kafkasya Drakula turuna çıkmaya niyetlendiğimizde soluğu Beyaz Rus kadınlarıyla dolu barlarda, kumarhanelerde aldı ve Yahudi tacirlere tercümanlık yaparken beni ebediyen unuttu.
Tren yolculukları bende hep kötü anılar bırakmıştır. Bir keresinde ta Adana’dan Haydarpaşa’ya kadar kara trenle bir yolculuk yapmıştım. Öncesinde Silifke’den Adana’ya kadar bitmek tükenmek bilmeyen nemli bir otobüs yolculuğu vardı. Yalnız şimdi tam olarak neresinin olduğunu hatırlayamadığım arada klimalı hafif raylı bir tren yolculuğu da vardı. Muhtemelen Yenice Adana arasıydı. Nasıl oldu, Adana’nın neresinden o lanet trene bindik tam olarak hatırlayamıyorum. Hatırladığım tek şey biletim olduğu halde koca trende oturacak tek boş koltuk bulamadığımdı. Elimde bir valiz koridorda dikilmiş dışarıya bakıyordum. Dağlar ovalar geçiyor, tren tünele giriyor, temiz hava almak için açtığım camdan kömür dumanı içeri giriyordu. Ben de son bir çabayla camı kapatıyordum. Ve bu durum hep böyle sürüp gidiyordu. Tren hiç öyle romantik falan değildi. Hayatımda görmediğim altı yanmış bakır sahanı suratlı hoyrat adamlar... Yüzlerinde hiçbir insani duygu belirtisi yoktu. Bir ara nasıl olduysa ayakta uyuyakaldım. Medeni halimi sezen bir arkadaş beni kolumdan tutup bir vagona götürdü ve köşedeki boş koltuğa oturttu. Ölü gibi uyuyakalmışım. Tren Torosların içinden demir bir yılan gibi kıvrılarak bir meçhule doğru gidiyordu. Herhangi bir yön duygusu mevcut değildi. Bu bölgede bildiğim gördüğüm tek yer yoktu. Tanıdığım tek insan evladı mevcut değildi. İnsanların arasında o denli beyaz ve yabancı kalıyorum ki, ölçülü hareketlerim insanların dikkatini çekiyordu. Arada arkadaşım beni uyandırıp bileti soruyor sonra onu kondüktöre uzatıyor o da bileti deliyordu. Sanırım Afyon taraflarındaydık ve sabah olmuştu. Yine yüzleri bakır gibi Zulu tipli şalvarlı köylü kadınlar bindi trene. Karşıma oturdular, kıçları koltuğa sığmıyordu. Nasıl hoyrat bakışları vardı. İnsan yaratıldıkları için tanrıya öfkeliydiler ve o öfke bir saniye olsun dinmiyordu. Yüklerini koltuğumun üzerindeki rafa dizerken nasıl hoyrattılar… Hallerinden hareketlerinden hoyratlık akıyordu. İçimden bu insanların bakışlarına muhatap olmamak konuştuklarını duymamak için kendimi buz gibi bir toprağa atıp doyasıya uyumak geliyordu. Anadolu’nun tüm hoyratlığı o kara trenlerin vagonlarına boca edilmişti. Anlayamadığım bir Türkçe ile çabucak konuşuyorlar, hatta konuşmuyorlar Çinliler gibi küfrediyorlardı. Türkçeden çok hiçbir şeyin seçilemediği bir Moğol uluması gibiydi dilleri. Sanki Güneşin merkezinde zebanilerle karşılaşmıştım da onlar benim cennetlik mi cehennemlik mi olduğumu sorguluyorlardı. Uyuyordum, tren durunca sessizlikten işkillenip uyanıyordum.
Bir ara tren yolunun birinde Red Kit filmlerindeki gibi iki kolu bir aleti indirip kaldıran iki Zabella gibi adam gördüm. Sanırım Eskişehir civarında bir yerdi. O kadar komik bir durumdu ki... Sanki Daltonlarla aynı vagonda gidiyordum. Trendeki yolcu profili istasyonlar geçildikçe değişmeye başladığını fark ettim. Köylülerin çekilmezliği yerini daha medeni insanların olduğu bir yolcu profiline bırakmıştı. Yaşlı bir kadının elinde bir süs köpeği vardı. Ve o köpek gözlerini kırpmadan huzurla bana bakıyordu.
Uykudan uyanıyordum; ayçiçek tarlaları, uyuyordum uyanıyordum, bambaşka bir yerdeydim. Sanki zaman hep aynıydı, dışarıda aynı yılışık güneş vardı ama insanlar bir çizgi film kahramanı gibi trenin etrafında istasyonlarda durmadan değişiyordu. Hayatın insanın elinde kaldığı ıssız istasyonlardan geçiyorduk. Değersiz bir yolcu olmaktan başka bir amacı olmayan hayalet yerlerdi buralar. İnsanın yüreğine ağırlık konduran kuru kupkuru madeni dağları... Bir ara sağ elimle cebimi yokladım. Elli dolar cebimdeydi hâlâ. Öncesi uzun ve illegal bir hikâyedir bunun. Karaman’ın Kötüköy’den Veli adlı bağrı yanık bir köylü vermişti bana bu parayı. “Hemşerim sen şunu al, gururlu ve medeni bir adama benziyorsun, bunların her biri çakaldır, başının çaresine bakarlar.” demişti bana. O elli dolar, Kötüköylü Veli’nin veliliğinden gelmişti. Trenin camından Sapanca gölünün maviliğini görene kadar o depresif ruh hali devam etti. O mavisi bulanık göldeki minik dalgaları izlemek ruh halimi giderek pozitif bir yere taşıdı. Tren ilerledikçe medeni dünyanın varlığı beni iyice kuşatmaya başladı. Oysa biraz önce zamanda ve mekânda sürekli akıyor olmanın düşüncelerime ve hislerime hiç tesir etmediği bir ruh aleminde eğleşiyordum. Nasıl bir ülke burası, komünistlerin Sibirya kamplarından bir farkı yoktu. Çilesi, derdi, yalanı, hırsızı, arsızı, cahili, zalimi bir türlü bitmek bilmiyordu. Katolik nikâhıyla bağlanıp kalmıştım bu ülkeye. Ne kaçmana ne yaşamana ne de ölmene asla müsaade etmiyordu burası.
Haydarpaşa'da trenden indim. Elimde valizle bir döviz bürosu aradım ve buldum. Cebimdeki nemden kendini bırakmış 50 doları adama uzattım. Parayı ve beni kuşkulu gözlerle süzdü. “Sahte para!” diyecek olsa al başına belâ! Dur uğraş karakollarda. Kim tanır Kötüköylü Veli’yi! Ama adam parayı bozdu. Bozduğu halde parayı incelemeye devam etti. Kadıköy limanından vapura bindim. Hatta hiç unutmuyorum, Kadıköy limanına giderken bir kayada şöyle yazıyordu. “Chelsea FC: 5 – GS WC: 0”. (Not: Kadıköy orospuları.) Kendimi bir Avusturya filozofu gibi Bern Otel'e zor attım. Uyudum uyandım, restorana inip buz gibi karpuz yedim, odama çıkıp uyudum, uyandım sonra yine uyudum. Nihayet uyandım. Bir sigara yakıp ayağımı pencereye dayadım. Şöyle düşündüm. Dünyadaki bütün çaplı orospulukları toplasanız İstanbul'un şu sokağındaki orospuluğa denk gelmezler. İstanbul her haliyle günahla, suçla dolu yeni bir geceye hazırdı. Ucuz olan her şeyden nefret ettiğim için o orospular şehrini de terk etmem gerektiğini düşündüm. İyi bir duş aldım, giyinip aşağıya indim. Anahtarı resepsiyondaki görevliye bıraktım. Kimliğimi aldım. Ardımsıra çektiğim büyük bir valizle yürürken ilk gördüğüm taksiyi durdurdum. “Beni Atatürk havaalanına bırakır mısın?” diye sordum. Şoför hemen otomobilden indi ve valizimi bagaja yerleştirdi. Kırımızı fren lambalarının ucu bucağı olmayan bir trafik deryasında epeyce seyrettik. “Bu şehre tahammül ettiğinize göre cesur bir insan olmalısınız.” dedim şoföre. Şoför hayatındaki bütün sırrı deşifre etmişim gibi bir süre bana baktı. Sonra şoförle oradan buradan konuştuk. Havaalanında dâhili anonsta ismim ve olmam gereken kapı numarası anons edildi. Bütün yolcular ve hostes yerlerini almış beni bekliyordu. O zamanlar DHM’de müdür olan rahmetli amcam bana uçağın ön kısmından konforlu bir koltuk ayırtmıştı. O denli rezil bir kara tren yolculuğundan sonra uçaktaki bu imtiyaz beni hiç şımartmadı. Yalnız o bakır yüzlü Zulu kadınlardan sonra uçaktaki alımlı hosteslerin resmi tavrı bana çok komik gelmişti. Gülüyordum. Bunun yolcularca bir saygısızlık olarak algılanmaması için de arada bir THY dergisiyle yüzümü kapatıyordum. Hostesin biri yanıma geldi. "Sayın Kondel lütfen kemerinizi bağlayınız." dedi. "Aa çok özür dilerim, elbette." dedim. Sonra bir dizi o aptal anons faslı başladı. Uçak giderek hızlandı. Ve İstanbul ile fiziksel kontağımız kesildi. Başka bir alemdeymişiz gibi bir sessizlik oldu.


Uyarı: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple eser sahibinin onayı olmaksızın yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi hukuken yasaktır. Bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı kanun hükümlerine tabidir.

Hiç yorum yok: