18 Mart 2024 Pazartesi

MERKEZ SAĞ ÖLDÜ AMA SİYASAL İSLAMCILAR SELASINI OKUMADILAR - 99

İnsan dünyaya hiçbir şeyi olmadan gelir. Sonra sahip olmak için dünyadaki her şeyin peşine düşer; iyice yorulup onlara sahip olamayacağını anladığında bütün o şeylerden vazgeçer. Ve insan bu dünyadan hiçbir şeye sahip olamadan ölüp gider. Gittiği yerde ise dünyada peşine düştüğü, sahip olamayacağını anladığında vazgeçtiği ve kendisiyle getiremediği her şeyden hesaba çekilir.

Fenerbahçe’nin futboldaki imtiyazı cumhuriyetin en büyük hukuk meselesidir. Bu mesele hallolmadan bu ülkede ne siyasette ne hukukta ne de iktisadi sahada ne de sosyal alanda adalet sağlanamaz. Cumhuriyette Fenerbahçe'ye tanınmış bu imtiyaz ülkedeki birçok meselenin de özünü teşkil ediyor. Trabzonspor’un şampiyon olması ya da şampiyonluk yarışında gerilerde kalmış olması bu trajik gerçeği değiştirmiyor. Anayasa ve kanunlar önünde her gerçek ya da tüzel kişi eşittir. FİFA disiplin talimatı profesyonel futbol liglerinde mücadele eden her takımı ve oyuncusunu aynı derecede bağlar. Fenerbahçe adına Mert Hakan Yandaş’a tanınan imtiyaza ya her Türk futbol takımının futbolcusu sahiptir ya da o imtiyaz hiç kimseye tanınmayacaktır. Trabzonspor önümüzdeki pazar günü bu müesses kibirle, adı konulmamış bu imtiyazla yüzleşecektir. Biz Trabzonsporlular olarak bu meseleye böyle bakıyoruz. Trabzonspor camiasının sahip olduğu futbol kültürü, adalete ve eşitliğe olan inancı bu küstahlığa haddini bildirecek güçtedir. Futbolda imtiyazlı şımarıklıkla adaletin finalini izleyeceğiz pazar günü. Ve o şımarıklığın icabına bakacağız. Size bu ülkede bu kadar küstahlaşma hakkını hangi merci, hangi kanun veriyor?

“Her ne kadar siyah bir taşın etrafında boş boş dönüyor olmak insanın aklına yatmıyor olsa da şöyle birkaç tur dönünce o siyah taş insanın aklını başından alıyor. Her tur atışında kendini Neptün'le, Uranüs'le, Satürn'le Plüton'la birlikte dönüp uğulduyor gibi hissediyorsun.” Kâbe’yi tavaf eden bir Müslüman’ın sözü

Trabzon’un aksine İstanbul insanı ya kusar ya da hiç çiğnemeden yutar. Sonra tıpkı Londra gibi kirli ve karanlık bağırsaklarında öğütüp işe yaramaz posaya çevirir. Zamanını ve enerjisini yüksek bedelle tüketir. Geriye bir ömür korkarak yaşamış bir insan cesedi kalır. O cesedi de gömmek için “köy” diye aşağıladıkları taşraya gönderirler. Komedi şu ki İstanbul’da Bakırköy, Kadıköy, Mecidiyeköy, Çengelköy, Hadımköy, Kurtköy, Sefaköy, Arnavutköy, Feriköy vs. yığınla köy adı vardır. Mübarek gündür. Tanrı sırf size böyle bir musibet vermediği için bile ona dua edebilirsiniz.

Arada şöyle göz ucuyla Saadet Partisi’nin belediye başkanı adaylarının profillerine bakıyorum. Yani “şu boş adam!” diyebileceğim tek kişi bile yok. Her biri siyasetin mutfağından yetişmiş; ülkede yaşanan onca şeye rağmen ideallerini terk etmemiş pırıl pırıl insanlar. İşin enteresan tarafı Saadet Partisi ilk kez bu adayların bazılarının söylediği türkülerle insanların kederine, hüznüne, efkârına ortak oluyorlar. Benim öteden beri ısrarla söylediğim insanın diline inmek, hayata ve toprağa temas etmek tam da buydu. Şimdi bakıyorum Saadet Partisi Bursa adayı İkram Akkaya, Trabzon Ortahisar adayı Ümit Çebi efkârla türkü çığırıyor. Ve gayet güzel de söylüyorlar. Saadet Partisi belediye seçimlerinde kazanır, kaybeder çok önemli değil. Ama insana bu denli sahici bir şekilde temas ediyor oluşu benim açımdan çok önemli. Dediğim gibi; Saadet Partisi’nin birçok yerde pırıl pırıl adayı var. Gözünüz kazanacağına kesiyorsa oy verirsiniz. Kesmiyorsa en yakın CHP’li adaya mührü basın gitsin. En azından diğer tarafta kilisede de adamımız var, deriz.

İrticalen Yahudi; Gazze’de Siyonizm’in yaptıklarını düşünmez; elinde bayrak belinde şemsiyeyle seçim meydanlarında oynar.
İrticalen Yahudi; çünkü onun reyiyle kazanmış bir iktidar hiçbir şeyden mesul değildir.
İrticalen Yahudi; çünkü demokrasiden galip çıkmayı uhrevi açıdan selamete ermişlik zanneder.
İrticalen Yahudi; ülkede insanlar arasında genel bir hoşnutsuzluk iklimi hüküm sürerken o iktidarın yanında yöresinde olmaktan mutludur.
İrticalen Yahudi, rahmetli Necmettin Erbakan’ın siyasî dehasına inanmadı, diğerlerine hiç inanmaz.
İrticalen Yahudi, yaşından başından Müslüman sakalından, şaltaklı şalvarından utanmıyor, zalimliği tescilli bir güruh lehine palyaçoluk yapıyor.
İrticalen Yahudi, aklınca Yahudi’nin sermayesi ile kurulmuş bir iktidara besmele çekip rahmet okuyor.
İrticalen Yahudi, çünkü Siyonizm’in eşşeğini türkü söyleyerek güdüyor.
İrticalen Yahudi, çünkü onun ilmihali aşmayan Müslümanlığı içi saman dolu atmaca gibi.
İrticalen Yahudi; çünkü “O Yahudi bir bunak değilse bile Yehudalık da mı yok onda.”

Evet konumuz ramazan. Siyasal İslamcıların siyasetteki keyfi icraatları ve sorumsuz sözleri yüzünden bu ülkede insanlar dinden, imandan iyice soğudu. Soğumakla kalmadı kuru ahlakçılık yüzünden insanlar dinden nefret eder oldular. Ee haklılar da.
Ben meselâ; son yıllarda diyanetin hoşaf hutbeleri yüzünden Cuma namazı kılmıyorum. Daha doğrusu kendimi bir türlü Cuma namazı kılmaya ikna edemiyorum.
Aynı konsantrasyon kaybını ramazan ayında teravih namazlarında da yaşıyorum.
Diyanetin tilaveti bozuk matruş hocalarının arkasında namaz kılmak bana manevi açıdan hiçbir şey katmıyor. Bu yüzden camilerde namaz kılmayı bıraktım.
Ama dünya bu ülkeden ibaret değil.
Meselâ Amerikalı Müslümanlar New York’ta Time Square’da sokak ortasında seccadelerini teravih namazı kılıyorlar. Kimse de onlara ne yapıyorsunuz, burası mescit mi, diye sormuyor. Orada olsaydım teravih aksatmazdım.
Siyonistlerin işgalinden kurtarılmış bir Mescidi Aksa’da, Mescidi Nebevi’de, Kurtuba Camiinde ve Ayasofya’da teravih namazı kılmak isterdim. Yani bütün ramazanı dünyanın 30 farklı camiinde dolaşarak bir ramazan geçirmek isterdim. Çinli Müslümanlarla Çin Seddi’nin üzerinde, Hintli Müslümanlarla Taç Mahal’de falan.
Kesmiyor beni Diyanet’in tilaveti bozuk hocalarının arkasında namaz kılmak. Konsantre olamıyorum, aklıma diyanetin Mercedes marka makam otomobilleri düşüyor, günahkâr oluyorum.

Benim bu topraklardaki yerliliğimin önemli bir cüzü de sahip olduğum Müslümanlığımdır. Onun için bugün tepemizde devletçilik, iktidarcılık, demokrasicilik, Müslümancılık tiyatorası oynayanlar bütün onları benim külahıma anlatsınlar.

Dünyaya ve hayata küskünlüğümüzün nedenlerine inmeye çalışalım biraz.
Küçük bir çocukken camide hocadan öğrendiğimiz o dualarla cennet ve cehennemin varlığını kabul ettik. Birlikte dua okuduğumuz, “cennetin çocukları” olduğumuza inandığımız o çocukların bir kısmı büyüyünce ülkede siyasal İslamcılığın iktidarını kurdular. O çocuklar kendi cennetlerini kurup diğerleri için ülkeyi cehenneme çevirdiler. İşte bu çelişki görmüş geçirmiş bir yetişkin için tam bir haya kırıklığı.
İlk mektep sıralarında öğretmenlerin bize bellettiği Ünitemiz Türkiye'sindeki neşe ile günümüz küreselcilerin dünyasında kendi kaderine terk edilmiş insanın yaşadığı hayat her açıdan tam bir hayal kırıklığı.
Yine liseli yıllarımızda karşı cinse yüklediğimiz aşırı anlam ile günümüz küresel dünyasında insanlara dayatılan cinsiyetçilik olgusu çekilmez derecede bir çelişki. Yani gelişen porno endüstrisi saf türkülerimizi paslı birer demir gibi büktü. Karşı cins artık olağan bir şüpheli. Feministler kına yaksınlar!
Üniversite yıllarında amfilerde zihnimize boca edilen o cafcaflı teorilerle küreselcilerin her şeyini kuşattığı günümüz dünyası yaşanabilir bir yer olmaktan çıkalı çok oldu. Madem hayat bu denli sıradan bir gerçeklik üzerinden akıyordu, madem politikacılar bu denli vasat insanları kandırıp işleri yürütebiliyordu biz ne diye gençliğimizi o teorileri öğrenip zihnimizi yorduk. En çok da bu aldatılmışlık insanı kahrediyor.
Üniversitelerde ülkemiz uzaya çıkacak gibi teori ezberledik. Sonra onlara hiç gerek yok, biz zaten Toroslardan bir Yörük çobanını uzaya gönderdik dediler. Ezcümle; iyi bir eğitim almış olmak, ahlaklı bir insan olmak bu ülkede elimizde patladı. Onun için şimdiki aklım olsaydı asla okumazdın, ahlaklı bir insan olmaya çalışmazdım. Narkotik işine girerdim ve adımı televizyon kanallarında duyardınız.

Fenerbahçe’nin başkanı Ali Koç’un açıklamalarıyla ilgili olarak;
Gayet makul bir açıklamaydı. Fenerbahçe camiasını sağduyuya davet etti.
Gerekirse ligden çekilip bir alt ligde oynayabileceklerini ima etti.
Maalesef çok geç kalınmış bir karar bu. Fenerbahçe o malum vakıadan sonra bir alt ligde oynayıp cezasını çekmeliydi. Ve tekrar Süper Lig’e dönüp bütün futbol kulüpleri nezdinde sadece futbol oynayan, futbol dışında hiçbir şeye tenezzül etmeyen her camianın saygı duyduğu bir kulüp olmalıydı. Ama onlar bunu yapmadılar. Yapmadıkları için de kimse onlara saygı duymadı. Böyle devam ederlerse kimse de saygı duymayacak.
2010-11 yılının şampiyonluk kupasını Trabzonspor’a vermeleri gerekir. Trabzonspor’dan ve tüm Türk futbol camiasından resmi bir dille özür dilemeleri gerekir. Bir alt ligde 1 yıl geçirip hak ederek tekrar Süper Lig’e çıkarlar. Hah ondan sonra Fenerbahçe ile sadece futbol oyun kuralları içinde derbi oynarız, kazanırız, kaybederiz, berabere kalırız, birbirimize takılırız. Her iki kulüp taraftarı medeni bir şekilde deplasmana gider gelir. Hepsi bir şekilde hallolur. Onlar hiç mesele değil. Ama bu şekilde Trabzonspor Fenerbahçe’ye asla saygı duymayacak ve konu asla futbol olmayacak. Ve dahası o yamyamların Trabzonspor taraftarlarına attığı yumruklar yanlarına kâr kalmayacak. O yamyamları Ali Koç bile kurtaramayacak. Ben yazayım burada, siz yine bildiğiniz gibi oynamaya devam edin. Çünkü bu artık futbolla ilgili bir konu olmaktan çıkalı çok oldu. Dahası bu ülkede Trabzonluların nelere kadir olduğunu Fenerbahçe başkanları çok iyi bilirler.


Uyarı: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple eser sahibinin onayı olmaksızın yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi hukuken yasaktır. Bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı kanun hükümlerine tabidir.

8 Mart 2024 Cuma

MERKEZ SAĞ ÖLDÜ AMA SİYASAL İSLAMCILAR SELASINI OKUMADILAR - 98

En baştan alalım.
Batı medeniyetine alternatif adaleti ve ahlakı merkeze alan bir medeniyet tasavvurları yoktu. Çünkü bu son olarak rahmetli Necmettin Erbakan’ın D-8’le denediği ama dünyadaki müesses nizamın müsaade etmediği oldukça meşakkatli bir teşebbüstü. Türkiye’deki mevcut iktidar dünyadaki müesses nizama böyle bir şeye teşebbüs etmeyeceklerini vadederek iktidar oldu. İşte ülkede ve yakın coğrafyalarda yaşanan birçok meselenin mihenk noktası bu taahhüttür.
Biz kendi medeniyet projemizin kurucusu değil sizin güce ve imtiyaza dayalı medeniyetinizin taşeronu olacağız, anlayışı. Onun için bugünkü siyasal İslamcı iktidarın halka söyledikleri ile gerçekte yaptıkları çelişkili. Onun için Gazze meselesi dâhil hiçbir meseleyi sahiplenip ona kalıcı bir çözüm getiremiyor.
Demokrasilerin en büyük zaafı politikacılara bir toplumun kültürel vasatını ve tanrıyı istismar ederek sonsuza dek iktidar olma ve iktidarda kalma şansı veriyor olmasıdır. İşte siyasal İslamcıların iktidarı devrinde Türkiye’de yaşanan da bu türden bir istismardır. Ne derlerse desinler, ne yaparlarsa yapsınlar bu toplumda ciddi bir alıcıları mevcuttur.
Tekrar Filistin ve Gazze meselesine gelirsek; İsrail’in katliamlarına önce temkinli yaklaştılar. 85 milyonluk bir ülkenin ekonomik konforunu ve kendi çıkarlarını riske atmaktan çekindiler. Gazze’ye uzaktan selam çakıp İsrail’e karşı efelenmeyi denediler. Meselenin tarihsel geçmişine vurgu yapıp onu Avrupa ve Amerika’daki duyarlı halkların vicdanına ve protesto yürüyüşlerine havale ettiler. İçerideki protestoları da iktidar aleyhine dönüşmesin diye kendileri düzenlediler. İsrail ile ticareti kesmediler ama Filistin konusunda halka bol bol ağladılar. En son Yusuf Kaplan çıktı ve gaipten duyduğu “Hükümetimiz şu anda Gazze’de!” şeyi dillendirdi. Şunun pekâlâ farkındalar; iktidarın Gazze konusundaki tutukluğu halkta ciddi bir siyasal sinerjiye dönüştü. Yerel seçimler öncesinde bu sinerjiyi boşaltmak zorundalar. İşte bu maksatla Yusuf Kaplan gibi aydın görünümlü figürlerin ağzından hilafıhakikat şeyler fısıldıyorlar. Gazze konusunda Siyonist İsrail’in işgal politikası üzere o denli savrulmuşlar ki, geçenlerde Amerika’da İsrail büyükelçiliği önünde bir Amerikan askeri Aaron Bushnell, İsrail’i protesto etmek için kendisini yakmıştı. Bunların arasında o askere bile “kâfir!” diyenler çıktı.
Ezcümle, Müslüman olmanın çilesini bir kez terk ettiğinizde sonsuza dek şeytanın askerisiniz demektir. Hangi numarayı denerseniz deneyin, hangi yalanı söylerseniz söyleyin tanrı indinde resmi durumun değişmez.

Evde, işyerinde yanımızda yöremizde olan günlük hayatta kullandığımız eşyalar zamanla insanın gözünde ve zihninde bir ağırlığa dönüşüyor. Daha doğrusu sürekli aynı şeyleri gördüğümüzden onlara körleşiyoruz. Körleştiğimiz o şeyleri yeniden hakkıyla anlamlandırmak belli bir yaşa ulaşmış insanları yoruyor. Evde, kullanılmayan elbiseler, tekrar okumaya fırsat bulamayacağımız kitaplar, bir köşeye itilmiş mobilyalar; atmaya kıyamadığımız mutfak gereçleri zihnimizde ciddi bir ağırlık olarak kalıyorlar. Fazlalıklarıyla bizi yoruyorlar. İşte bu durumu fark ettiğim günden beri evde eskiyen her şeyi atıyorum. Yerine beni yormayacağını düşündüğüm gardırop, televizyon seti, portmanto, berjer (bunu da yeni öğrendim), yemek masası kanepe vs. alıyorum. Aslında bu hikâye bir Everest tırmanışı belgeselini izlerken başlamıştı bende. Katmandu’da bir otel odasında bir grup dağcının izlediği plazma televizyonun altındaki setin bizdeki klasik sehpadan çok daha iyi olmasına ikna oldum ve o anda sinirlerim bozuldu. Hemen gidip büyük bir plazma aldım, sonra bir tane de Katmandu’dakinden aşağı kalmayacak o televizyon setinden. Derken evdeki eşyaları değiştirme işi giderek büyüdü. Kütük ayaklı yemek masası değişti. Kaz tüyünden fildişi renkli bir kanepe düşünüyorum. İşin ilginci değiştirdiğim her eşya ile bir tür arınma yaşadığımı fark ettim. Meselâ yıllarca kötü bir çalışma masası üzerinde okuyup yazmıştım. Yani o kadar güzel hikâyeleri bu kadar çirkin bir masa üzerinde mi yazdınız, demesinler diye onu da değiştirdim. Ama çok daha kötüsünü almadığımdan emin değilim.

12 Eylül döneminde Yavuz Selim stadyumunda oynanan amatör futbol müsabakaları vardı. Hemen her takımda işe yaramaz çirkin bir 2 numara olurdu. Her avut atışında da oyun o tipsiz 2 numara ile başlardı. Onun topu oyuna sokma zekâsını tereddüdünü görmeden esas oyuna gelemezdiniz. O amatör müsabakalarda bile Uğurcan ile Denswill’in yaptığı amatörlük yoktu. En azından topu atan arkadaşını uyarır, seyirci ıslık eder, kulübe tepki verir. Trabzonspor golü yemiş Denswill hâlâ mektup yazmakla meşgul! Ya bu adamın ciddi bir mental sorunu var ya da Uğurcan ve Denswill sırf Tiktok’tan para kazanmak için bu organizasyonu birlikte tertip ettiler. Bunun ortası yok. Öteden beri söylediğim şeydir. Trabzonspor yönetimi bir an evvel Uğurcan’dan kurtulmalıdır. Trabzonspor gibi bir kulüp bu kadar lakayt bir kadroyu kaldırmaz. Tekrar ediyorum; Trabzonspor Tiktok’tan para kazanmak için gol yiyen sahtekârlarla dolu rezil bir takım. Trabzonspor takımdaki iktidar destekli egosu şişkin cücelerin bağırsaklarında öğütülüyor. Trabzonspor öncelikle kendini bi halt zanneden bu ikircikli cücelerden kurtulmak zorundadır. Yoksa sonu Sunderland’dan beter olur.

1997 yılında Bursa’nın en büyük işadamlarından biriyle çalışıyorum. Adam koca üniversitede sormuş soruşturmuş bula bula beni bulmuş. Ders notlarım da ortalamanın biraz üstüydü. Öyle notları süper bir öğrenci falan değildim yani. Nedenini bir türlü anlayamadım. Adam bana çok güveniyordu. O zamanlar adamın aylık geliri 7 milyar gideri 4-5 milyar civarındaydı. Bursa’da 500’e yakın dairesi varmış. TOFAŞ’ın hemen yanında bir tekstil fabrikası. Ofisine her gittiğimde TOFAŞ’ın içindeki test sürüşlerini izliyordum. Bütün gün patronla test araçlarının acı fren sesini işitiyorduk.
90’larda Görükle henüz küçük bir köydü. Orada 5 farklı öğrenci yurdu yapıyorduk. Emrimde 20 işçi bir bekçi bir de mühendis vardı. Bazı günler patron beni arabasıyla eve bırakıyordu. Her şey yolunda gidiyordu. Seyahatlerde bir arkadaş gibi patron her şeyini bana anlatıyordu. 12 yaşından beri üzerinde güneş doğmamıştı. Her sabah erken kalkıyordu, bütün işleri planlıydı. Verdiği hiçbir sözü yerine getirmezlik yapmazdı. Bir oğlu vardı, askerdeydi. Oğluna 100 bin dolar sermaye vermişti. Oğlu askerden döndüğünde kendi işini kursun istiyordu. Kızı Amerika’da bilmem ne üniversitesinde mastır yapıyordu. Adam şeker hastasıydı, karaciğerinde sorun vardı. “Şu gördüğün kutunun tanesi 5 bin dolar. Her ay Amerika’dan özel olarak gelir.” Bana eski Bursa günlerini anlatıyordu. Balıkesir yolunda at arabasıyla seyahat ettiği günleri, Bursa’ya geldiği ilk günü. Tütün işçiliği yaptığı çocukluk yıllarını. Ellerinin nasıl karardığını. Adamın bir tarafında Bursa köylüsü gibi taşralılık; diğer tarafında ise gayet modern ve rikkatli bir kişilik vardı. Benim onu anladığımı hissediyor ve bundan ziyadesiyle memnun. Çok ama çok sakin birisiydi. Üzerinde düşünülmemiş hiçbir sözü ve hareketi yoktu.
O sarı sıcak yazında Görükle köyünde müthiş bir kuş sürüsü vardı. Cıvıltıları zamanla çekilmez oluyordu. Sanki Antartika’da bir penguen kolonisi içinde mahsur kalmışsınız gibi hissediyordunuz. Bir de uzaklardaki ayçiçek tarlalarının sabah doğuya akşam vakti batıya dönüp renk değiştirdiği halleri beni çok etkilemişti. Diğeri insanın sıradan halleriydi.
Bir akşam vakti Görükle’de bir öğrenci yurdu binasının tablasını döküyorduk. Beton mikserlerinin biri geliyor biri gidiyordu. O gün yorgunluktan ayakta duracak halim yoktu ama gün de bir türlü bitmiyordu. Ustanın biri tabladan artan mikserdeki harcı binanın önündeki boşluğa boşalttırdı. “Sen ne yapıyorsun, kime sordun da o betonu yere boşalttın!” “Sana mı soracağım betonu nereye boşaltacağımı?” “Evet, bana soracaksın, o harç diğer binanın önüne dökülecekti.” (Şerefsiz 15 dakika daha fazla çalışmamak için yarım mikser harcı döktürüp heba etti.) Küfürleşmeye başladık. Derken birbirine girdik. Diğer işçiler araya girip olayı yatıştırdılar. Usta dediğim tam bir yamyam. Tek farkı elinde mızrak, kıçında yaprak olmaması.
Ertesi gün oldu, komünist bozuntusu bir mühendis var, sanki bilmiyormuş gibi olayı sordu. Ben de olduğu gibi anlattım ne halt yediğini. İş döndü dolaştı patronun kulağına gitti. Tuhaftır patron bana işin iç yüzünü sorma gereği duymadı. Yarım mikser beton için laf anlamaz bir cahille kavga ettim ama bizim patronun hiç umurunda değil. Adam sanki öyle bir şey olmamış gibi davrandı. Benim haklılığıma sahip çıkmadı. Yevmiye çetelelerini, demir tonaj fişlerini, depo anahtarlarını getirip Görükle’deki ofisine bıraktım. Eşyalarımı aldım ve Doburca’ya gittim.
Ertesi gün Sürmeneli Hasan eve geldi ve hışımla zili çaldı. “Metin oğlum, Tarık seni arıyor, neredesin sen?” “Hasancığım çalışmıyorum, arızalıyım.” “Oğlum sen delirdin mi, koca işadamını yüzüstü bıraktın. O işleri toparlayacak adam bulması en az iki ayını alır.” “Benim sorunum değil Hasan, yarın Küçükkumla’ya denize gidiyorum, geliyor musun gelmiyor musun?” “Konuyu değiştirme.” “Hasan, Tarık diye birisi yok artık. O benim için tarih oldu.” “Oğlum sen adam olmazsın.” “Doğru diyorsun, adam doğanların bir daha adam olması gerekmiyor.”
Bursa’nın en büyük ikinci işadamının arkamdan ettiği söz şuydu. “Hayatta her şeyi tahmin ettim ama Metin’in beni böyle yüzüstü bırakıp gideceğini hiç tahmin edemedim.” Zaten o olaydan bir ay sonra Bursa defterini de kapattım.

Modern dünyada iyiliğe – insanın iyi olma erdemli davranma hâli – bir yere kadar müsaade ediliyor. Bu haliyle iyilik modern toplumun en dibinde donup orada kristalleşen bir olgudur. Diğer bir ifadeyle modern toplumlar iyiliğin müesseseleşip devlet aygıtlarında ve iktidar gibi üst kurumlarda hükümferma olmasına daha ileri gitmesine izin verilmiyor. Bu haliyle de iyilik modern insanın fiillerine yansıyan bir şeyden çok hafızasında saklı bir menkıbe olarak kalıyor. Onun için iyilik – insanın iyi olma erdemli davranma hâli – modern insan için bir zayıflık, arızî bir durum (sahipsiz ve neticesi olmayan bir eylem) olarak algılanıyor. Diğer yandan kötülük modern toplumlarda bir kurtçuk gibi günbegün bünyeyi kemirip semizleşiyor. Ama kötülüğün bu hâli ila nihai bir durum değildir. Kötülük de zamanı geldiğinde o kurtçuklar gibi kemirdiği bünyeyle birlikte patlayacak ve toplumun en dibine çökecektir. İşte tam o noktada modern bir toplumda iyi insanların akamete uğrayan iyilikleri – iyi insan olma ve erdemli davranma halleri – birer menkıbe olmaktan çıkıp kristalleştiği yerden insanı ve hayatı yeniden demlemeye başlayacak. Ezcümle modern bir toplumda kötülüğün müesses varlığı yüzünden iyiliği baskılayıp hayatın dışına itiliyor oluşu geçici bir durumdur.

Kuru Otlar Üstüne filmine dair…
Anadolu’daki malum taşra kasveti, siyasal İslamcıların iktidarında itibarı kaybolan öğretmenlik mesleği, insana ait en saf hayallerin bile günümüzde nasıl bir suç unsuru olarak algılandığı gerçeği, küreselcilerin ev ödevi mahiyetinde filme eklemlenmiş ampute kadın özgürlüğü vs…
Filmin temposu çok düşüktü. Diyalogları zayıftı ve ses yönetimi çok kötüydü. Ses yönetmeni resmen uyumuş bu filmde. Filmde Andrei Tarkovski’nin sanat anlayışını çağrıştıran sahneler vardı. Nuri Bilge Ceylan’ın sabit bir kadrajla günümüz sinema izleyicisinin göz arsızlığını yatıştırma yöntemi artık bir klasik. Ama aynı sahnede söz uzayıp sabit kamerada ısrar edilince tempo çok düşüyor ve film Mobese görüntüsü gibi ucuzluyor. Sanat filminde de zamanı gelince sifonu çekmeli.
Tıpkı Ahlat Ağacı filminde olduğu gibi Nuri Bilge Ceylan bu filmde de sözü felsefeye sarıp gereğinden fazla uzatmış. Siyasal İslamcıların iktidarından duyulan memnuniyetsizlik, insanlardaki politik yılgınlık esas konu…
Nasıl ki biz yazarlar papağanlar gibi hep aynı şeyleri söyleyip yazıyoruz, yönetmenler de dönüp dolaşıp aynı filmleri çekiyorlar. Edebiyattaki belli konular etrafındaki kısır döngü sinemada da aynı sanatsal buhran olarak gün yüzüne çıkıyor. Kısacası Türkiye’deki sosyolojik yapıdaki konular edebiyatın, sinemanın, sanatın Şekspıryen bir düzeye çıkmasına mania teşkil ediyor.
Filmin adı Kuru Otlar Üstüne idi ama filmin neredeyse tamamı kar altında çekilmiş.
Filmi izlediğim için herhangi bir pişmanlık duymadım. Sanatta sıradan teşebbüslerle de karata gidilebileceği gerçeğini bir kez daha görmüş oldum. En azından Zeki Demirkubuz daha iyisini çekene kadar en iyisi bu film, diyebilirim.

Şair İsmet Özel’in hangi uzun yola çıkmaya hüküm giydiğini anlayamadım.
Gençler sayfalarında şiirlerini, afili sözlerini paylaşıyorlar ama o mest edici sözlerle İsmet Özel’in yaşadığı hayat örtüşüyor mu, diye düşünen neredeyse yok gibi? Tekrar soruyorum; İsmet Özel’in hangi uzun yola çıkmaya hüküm giymişti? Tokyo – Boines Aires tek yön ekonomi sınıfı uçmaya mı hüküm giymişti? Reykjavik – Kamberra uçuşu mu?
Benim bildiğim İsmet Özel tepeden tırnağa devletçidir. İstihbarat şairidir. Komünist numarası yapan eski bir muhbirdir. İsmet Özel bu ülkede gâvurluğunun sonuna kadar gitme cesareti gösteremediği için bugün Türkiye bu haldedir. Türkiye’deki siyasal İslamcılığın 20 yıllık ucube iktidar pratiğinden, hiçbir zaman uzun yola çıkma cesareti gösterememiş, şeytana çift dalamamış, İsmet Özel bizzat sorumludur.
Yıldızları görür yıldızlara secde eder, Ay’ı görü Ay’a, güneşi görür güneşe secde eder. Hani nerede şairin çıkmağa hüküm giydiği o uzun yol? E-5 mi, Londra asfaltı mı, hükümetin duble yolu mu, Çin Seddi mi, K-2 yolu mu, tam olarak neresi? İsmetperestler, bana cevap vermeyin zira size hiç saygı duymuyorum!

Soğuk Savaş dönemi sonrasında tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de merkez sağ öldü. Bizde Batılı anlamda bir toplumsal örgütlenme olmadığı için o alana siyasal İslamcı kılıklı liberal bukalemunlar çöreklendiler. Dünyadaki merkez sağı ise sözde çevreci Yeşiller, LBGT gibi dış güdümlü cinsiyetçi yapılar, küreselci karşıtı gruplar, küresel şirketlerin politikacı görünümlü CEO’ları istila ettiler. Bizdeki komedi şuydu. Merkez sağın ölümünün ardından iktidar olan siyasal İslamcılar ona bir sela okumayı bile akıl edemediler.


Uyarı: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple eser sahibinin onayı olmaksızın yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi hukuken yasaktır. Bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı kanun hükümlerine tabidir.