27 Nisan 2024 Cumartesi

MERKEZ SAĞ ÖLDÜ AMA SİYASAL İSLAMCILAR SELASINI OKUMADILAR - 102

Zihnimiz sürekli kötü olduğunu düşündüğümüz bir iktidara karşı sözle muktedir olmakla meşgul. Bu sebeptendir ki hayatın rutinine dalmakta güçlük çekiyoruz. Eskisi gibi gazete okuyamıyoruz. Her gün bir çiçeğe su verecek kadar sabrımız yok. Kedileri uzaktan seviyoruz ama onları veterinere götürüp tedavi ettirecek kadar tahammüllü değiliz. Sokakları çöpçüler süpürsün istiyoruz. Hayat kaldırımlardaki hiç kullanılmayan o sarı tırtıklı kör çizgileri gibi bize yaramıyor. İbni Haldun bu gibi durumlar için hadariye gibi bir şey kullanmıştı. Modern bir toplumda işini iyi yapan bir orospu ile bir azizin – şeyh ya da mafya babası da olabilir çok önemli değil– değerce eşitlenip birbirini öğütmesi.

Gabriel Garcia Marquez’in Ağustos’ta Görüşürüz adlı yarım kalmış romanını okurken, daha ilk cümlesinde “Evet bu Marquez’in kalemi!” demiştim. Roman bitmesin diye kitapla biraz eğleştim ama bir çırpıda bitti. Marquez’in çoğu eserinde olduğu gibi hayatın arsızlığının üstüne giden o ironik üsluba bir kez daha şahit oldum. Bir yazar olarak Marquez’in Ağustos’ta Görüşürüz’ü neden gözden çıkardığı üzerinde düşündüm. Haklıydı adam. Adaya giden o kaltağı çok daha kusursuz becerttirebilirdi o metinde. Yalnız Gabriel Garcia Marquez’in tam da bu romanın evrenine paralel bir hikâyesini hatırlıyorum. Yine bir orospuydu, bir barda oturmuş barmenle cinsel arzu ile sevgi arasındaki fark üzerine akıl oyunları oynuyordu. Neyse bu eserden sonra Marquez’in Benim Hüzünlü Orospularım adlı romanını okumam şart oldu.

Milli Görüşçüleri modern bir toplumda siyaset yaparken oturdukları azizlik koltuğundan bir türlü indiremedik. Modern bir toplumda siyaset bir makine mühendisinin kehanetleriyle olmaz, ahlak vaaz etmekle siyaset üretmek birbirinden farklı şeylerdir, demiştik. Bunun için kallavi sosyloji ve psikoloji bilmek gerektiğini söylemiştik. Yani Milli Görüş’ün modern bir ülkedeki siyasetin dışına savruşulundaki fundamental yapıya dikkat çekmeye çalıştım.
Bugün siyasal İslamcılık diye ülkenin başına musallat olan bela maalesef Milli Görüş’ün modern bir toplumda politika yapmayı yüksek mühendislik üzerinden -makine, motor, ağır sanayi vs.- tasavvur etmesinden neşet etmiştir. 90’lı yıllarda çokça dillendirilen “Harp hiledir.” Hadisi Şerifi modern bir toplumdaki politik yorumu itibarıyla bugünkü siyasal İslamcılığın Makyavel ahlakının da temelini teşkil etmektedir. Sağda solda benim hakkımda fazla vıdıvıdı etmeyin, bu cümleler hakkında düşünün biraz.

Onu ilk olarak Netflix’te yayınlanan Crown dizisinde canlandırdığı İngilizlerin Demir Leydi’si Margareth Thatcher’ın takıntılı başbakanlığını canlandırırken fark etmiştim. Koca bir ülkeyi yönetmekle sorumlu bir kadının psişik gelgitlerini, bir dizi sakarlıkla dolu mutfağındaki beceriksiz hallerini o denli gerçekçi oynamıştı ki, hayran kalmıştım Gillian Anderson’a. Kusursuza yakın oyunculuklar gördüm, 120 dakikada bir göz kırpışta da mı hata yapmazsın be adam, dediğim aktörler aktrisler oldu. Ama bu bambaşka bir şey. Rolü kusursuzca yapmayı geçtik, o rolü yaparken saniyenin onda birinde sizinle oynuyor. Meselâ yine Netflix’te yayınlanan Sex Education dizisinde kolejli bir ergenin Sex Terapisti annesini oynuyor. Yani rolün zorluk derecesi geriye doğru iki burgulu takla ve tam dengeli iniş. Gillian Anderson bu rolünde de harika. Şimdi sanatta şöyle bir durum vardır. Klasik, yani sanatın bilinen yerleşik kurallarıyla o sanatı hayatta sırf onu yapmış olmak için doğmuşçasına o sanatı icra etme hali. Bunda ustalaşınca o sanata zamanın ruhuna uygun olarak modern bir yorum getirme hali söz konusudur. İşte bunu yapabilmek için o sanatı ustaca icra edebileceğinin özgüvenini herkese sunabilmelisiniz. Bir de o sanatın klasik halini gen haline getirmiş olmak ve modern yorumu kuşkuya yer bırakmayacak şekilde yapabilmek ve daha ileri bir aşama olarak o sanatın kurallarıyla oynayabilmek – ama bu asla keyfi bir şey değil, o kurallarla belli kurallar dahilinde oynamak – aşaması var. Tavuk pisliği gibi yapılmış soyut resimlerle dolu bir resim galerisini düşünün. Şimdi unutun. Yani ben bana verilen bu rolü kusursuzca yapıyorum; hatta bu rolü yapmak benim sanat genlerimde var. Şimdi bu rolü modern bir yorum olarak hem şöyle hem de böyle oynayabiliyorum. Dahası bana yönetmenin söylediği bütün o sıkıcı sanat prosedürünün ötesine geçip sizi biraz eğlendirmek için bu rolü saniyenin onda biri belki onda üçü kadar bölümünde planlı olarak bozuyorum. Anladınız mı? Hepiniz öküz gibi kameraya bakan Türk mankenlerini izleyip retinanızı kirlettiğiniz için anladığınızı hiç sanmıyorum. İşte o kadın bunu her defasında klinik derecesinde kusursuzca yapıyor. Buna sinemada Türkiş paçozluktan ve vasat şöhret budalalığından azade yüksek sanat diyoruz, efendim.

Bugün de hiçbir Oflu raflarını boşalttığı marketlerde çalışan kasiyerlere teşekkür etme gereği duymadı. Hiçbir sebep yokken komşusuna tebessüm edip selam vermedi, halini hatırını soracak türden bir tavazü göstermedi, uyuz olmuş bir sokak köpeğini “Mahlukata merhamet imandandır.” deyip veterinere getirmedi, vadideki kırk köyün seksen mezarlığından sızan suyu içtiğini aklına getirmedi, ölen ağalarının ardından yas tutmanın demokrasi ile bağdaşmadığını dillendirmeye cesaret edemedi, havadaki kurşunun kokusunu hissetmedi, balkonların çiçeksizliğinden yakınmadı. İlaahir insafsız derecede insansızlık halleri.

Mr. Alebo’yla bir şekilde tanıştık. Daha doğrusu bir arkadaşın rica minnet üzerine tanıştık. Bir sahilde mevsimlik bir bar kafeterya türü bir yerin işletme müdürüymüş. Olmayan kulağıyla, bilmediği notalarla ölü müzik yapıyormuş. Mr. Alebo ile tanışır tanışmaz “Beni tanımıyor musunuz?” dedi. “Hayır, dedim sizi hiç tanımıyorum. Adınızı -boktan sanatınızı- hiç duymadım. Arkadaş benim bir yazar olduğumu söyleyince ve saçlarımdaki beyazlığın nedeni anlaşılınca Mr. Alebo alttan almaya başladı. Ama şu kadarını teslim etmem lazım, konuşması, karşısındakine hitabeti, anlattığı mevzulara hakimiyetinde herhangi bir sorun yok. Sezinlediğim tek sorun karşısındakini saygıya değer bir kişi olup olmadığını tartarken mütereddit ruh hali. Onun dışında gayet müeddep birisi. Ama hayata karşı Mr. Alebo’nun tuhaf bir yanılgısı var. Mercedes'li yamyamlardan oluşan bu denli ilkel benliğe sahip bir toplumda insan olmanın kıstasını tanınır olmak ve reklamla şöhret sahibi olmak olarak bellemiş. Oysa Mr. Alebo daha bilmiyor ki doğup büyüdüğü vadideki insanların duygu düşünce arşivlerini tutan kişi benim. Yani bu türden ucuz numaraların sökmeyeceği tek kişi benim. Şöhretli bir müzisyen numarası yapıyorsan benim gözümde hiçbir değerin yok. Mr. Alebo’dan başka bir şey değilsin demek ki. Geçenlerde Mr. Alebo’nun bir türküsüne denk geldim. At desen at değil, deve desen deve değil. Arabesk müzikten daha beter bir kakafoni. Yalnız Mr. Alebo sahneye Rocky Balboa edasıyla çıkmış, o kısmını beğendim. Ama ses müzik ve kuşkonmaz orkestrası çok kötüydü. Şunu demeye çalışıyorum. Aklınızın, bilginizin, yeteneğinizin fazlasına sarktığınızda, dahası kendinizi bir halt zannedip şöhret budalalaığına sardığınızda fena halde rezil olursunuz. Oturun iki nota öğrenin ve onunla nasıl bir türkü söyleyebilirim, üzerinde düşünün.


Uyarı: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple eser sahibinin onayı olmaksızın yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi hukuken yasaktır. Bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı kanun hükümlerine tabidir.

21 Nisan 2024 Pazar

CİMİL - ÇİRMANİMAN

Aslında yılın en sıkı faaliyeti Yeşilyol ile gittiğimiz Madur Dağı’nın dibindeki Köşk Yaylası dönüşüydü. Savunmasız köftelere yumulduğumuz o iftar akşamının dönüşü hiçbirimizin umurunda değildi. Gürül gürül yanan bir soba ve demli çaylar eşliğindeki daldan dala ilerleyen muhabbet bize dışarıdaki tipiyi soğuğu unutturmuştu. Ama kar aracı ile giden kadınlardan sonra iş başa düştü. Ay ışığı altında dağ yamacından esen rüzgâr suni bir tipiye dönüşüyor ve ortalığı bir Sibirya buğusu kaplıyordu. Ayağımın altındaki buzlu kar her adımla kütürdüyordu. Bir ara “Galiba bu yol bitmeyecek ve Yeşilyol’un ilk dağcılık şehidi ben olacağım.” türünden arabesk bir düşünceye kapıldım. Ama yersiz bir yeisti. Bu faaliyetlerde ilk kez montumun pantolonumdan daha korunaklı olduğu gerçeğini fark ettim. Arpalı Köyüne doğru bitkin bir ruh haliyle indiğimiz o zorlu gecede çıplak toparağın serinliğinin ne denli şefkatli olduğunu keşfetmiş oldum. Hele çay ocağındaki insanı saran o kahve sıcaklığı! Sonrası çocuk oyuncağı gibi bir şeydi. O Sibirya soğuğunun ve karanlık tünelin en sonunda Köprübaşı’nın sarı hüzmelerini gördüğümde minibüstekilere şöyle dediğimi hatırlıyorum. “Baksanıza, Köprübaşı gibi bile Paris’e benziyor!” Zafer Bey koca minübüsü Of’a yönlendirip günü büyük bir kadirşinaslıkla bitirdi.
Tradost ile gittiğimiz Balengis Yaylası’nın dolambaçlı yollarında herhangi bir numara yoktu. Likenli taşlara ve dikenli eşek güllerine bile hasret kaldık. Bizi o sıradan parkuru yürümeye asıl güdüleyen şey İsbatan’da bir soba başında yiyeceğimiz savunmasız köfteler ve kerhane tatlısı niyetine alınmış tulumba tatlılarıydı. Müco koca televizyonu yeni kurduruyordu. Sonra bir koşu köy çeşmesine gidip vanayı açıyor; ardından mangala yelpaze tutuyordu. Faaliyet bittiğinde geniş ekranı sırtlayıp Araklı’ya indirdiğine dair şimdilik bir şayia söz konusu değil. Ama yine de insanın bu faaliyetlerde aşina olduğu mesafeli arkadaşlarının olması güzeldi, sayın Müco!
Müco’nun beni fazladan doğmuş bir kedi yavrusu gibi bir yolcu durağına terk edip rotayı Trabzon’a kırdığı o akşam nötr duygulara gark olmuştum. Dilime Yaşar Kemal’in “Kuş uçmaz kervan bir yerdesin. Su olsan kimse içmez.” dizeleri düşüyordu. Tek düşüncem ana yola çıkıp içinde sarhoşların göbek attığı bir dolmuş bulmak ve Of’a varana kadar eğlenmekti. Öyle olmadı. Yeni başkan Müco’yu hiç aklıma getirmeden ta sanayi enkazlarıyla dolu bir mıntıkaya kadar önüme çıkacak bir Araklı kedisine tekme atma ahdiyle yürüdüm. Tanrının mucizeleri bitmemiş olacak ki bir otomobil geldi ve tam yanımda durdu. Benim için gayet sarih olan bir adresi sordu. Adama adresi tarif ettim. Türkçemden etkilenmiş olacak ki bana beni Sürmene’ye kadar getirebileceğini söyledi. Adam tatlısu Oflusu bir hekimdi. Muhabbet biraz ilerleyince birçok ortak noktamız olduğunu fark ettik. Çünkü aynı şebekeden su içiyorduk. En önemlisi atalarının hatırasını yaşatmak için Of’un bir köyüne yeni bir villa yapmayı düşünüyormuş. Derken tatlısu Oflu’su bana beni Of’a bırakmayı teklif etti. O anda içimden Müco’ya senden çok daha iyi insanlar var, demek istedim. Hekimin bu nazik teklifine hayır diyemedim. Çünkü Havaş yakınlarda durup yolcu almıyordu. Onu Karadeniz’le ilgili akla hayale gelmeyecek bir yığın bilgi bombardımanına tuttum. Adam hayranlıkla beni dinledi; Of’un girişinde frene basana kadar bu durum devam etti.
Ve bugün ver elini Cimil. Tradost var Tra-düşman var Müco. Ben o şelale kadrajına girmeyeceğim artık. Hem insan için her gereksiz fotoğraf ruhunu yağma ettirmektir, Afrikalı kabile şeflerine göre. Üç araba gezgin. Vadi yeşile bürünmüş. Dereler köpürmüş. Cimil dedikleri birkaç dağınık yayla köyü. Garzavan gibi yayvan bir vadi; nispeten daha düz. Vadi insanı yutuyor. Neyin nerede başladığından ve nerede bittiğinden bir türlü emin olamıyorsunuz. Mevsime inat erimeyen kirli kar öbekleri. Coğrafya ile rabıta kurmaya çalışırken aklımıza gelen tek isim Cimilli İbo. Bir de şu karşıdaki kataları pürtüklü karlı dağlar. Katılımcıların bir kısmı acemi; kır atım acemi konağı tutmaz, misali temkinli yürüyoruz. Aşağıdaki derenin çağıltısı giderek bir hipnoza dönüşüyor. Dalgınlaşıyoruz. Arada gördüğümüz tabelalarda ise şöyle yazıyordu. “Tapulu arazi. Balık tutmak ve piknik yapmak yasaktır.” Sanki dere babasının tarlasından geçiyor. Birazdan arkamızdan bir sis bulutu yetişiyor ve vadinin tüm görkemini alıp götürüyor. Grubun boyunu kısaltmak için Müco polis gibi habire telsizle konuşuyor. O kadar ki pilleri bitirdi. Etrafta kurt, ayı olabilirmiş. Tradost’un bir yaban hayvanı danışmanı yok. Sis içinde danışmansız 61 insancık. Yolda bir sürü ölü kurbağa gördük. Galiba gece ile gündüz arasındaki ısı farkına dayanamayıp ölmüşler. Çalı bacaklı balıkçıl türü bir kuğuş gördük. Ona karga diyenler var. Flamingo dese anlayacağız, en kötü ihtimalle yeğenidir, dersiniz.
Derken karşı dağın yamacında bir sürü karaltı görüldü. Ayı mı, kurt mu bir türlü bilemedik. Hiçbirimiz basit bir dürbün alıp doğaya çıkmayı akıl edemedik. Güneş kremimiz var ama pusulamız dürbünümüz coğrafi haritamız yok. En çok da Müco akıl edemedi. Herkes telefonlara sarılıp zum yaptı sürüye. Çekilen görüntüler muammayı daha da büyüttü. Yaban keçileri ile ayı sürüsü olarak ikiye bölündük. Acaba bölgede bilmediğimiz bir hayvan türü daha mı var. Yaban keçileri kayalıklarda sürü halinde eğleşirler. Ayılar sürü halinde dolaşmazlar. Kurt desen bekler, kaçmaz. Başka bir hayvan olma ihtimali ise çok düşük. Görüntülerden anladığımız kadarıyla kuyruk kısımlarındaki anatomik yapıları bu hayvan popülasyonunun bize yaban keçileri olduğunu gösteriyordu. Videodaki yanıltıcı unsur karın derinliğine bağlı olarak keçilerin yürüyüşünün ayıların salınımlı yürüyüşünü andırıyor olmasıydı. Diğer bir yanıltıcı unsur öndeki keçinin yukarıya doğru yönelmesinin bir ayının dikelmesi olarak algılanıyor oluşuydu. Sanırım bu konuda Tradost'un yeni başkanının faaliyetlerde dürbün teçhizatı takviye etmesi ve dernek bünyesinde ciddi bir yaban hayatı danışmanı ataması yapması gerekiyor. Zira çalı bacaklı bir kuşun karga olarak tanımlanması sinirlerimi bozdu. Tradost Cimil’deki kurbağaların ölüm nedenleriyle ilgili resmi bir açıklama yapmadı. Biz bu doğa yürüyüşlerini sadece kalori yakmak için yapmıyoruz! O kurbağalar neden oldu Müco. Bu konuda bizi aydınlatman gerekiyor. Bu kadar bilinmezlik bu faaliyetler için biraz fazla. Bu kadar muammadan sonra insan kendini buzun varlığını ilk kez keşfeden Hispanikler gibi hissediyor.

“Çıkarım yaylalara
Dumana bak dumana
Kabahat sende değil
Sana sevda olana

Bu kemençemin yayı
Namı tuttu dünyayı
Şimdiki sevdalıklar
Aynı sallama çayı” Cimilli İbrahim


Uyarı: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple eser sahibinin onayı olmaksızın yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi hukuken yasaktır. Bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı kanun hükümlerine tabidir.

12 Nisan 2024 Cuma

MERKEZ SAĞ ÖLDÜ AMA SİYASAL İSLAMCILAR SELASINI OKUMADILAR - 101

Kısaca bu duruma Ankara sendromu diyoruz. Başlangıçta demokrasiye inanmama; ama demokrasiyi kendi siyasî düşüncesini iktidara taşımak için bir araç olarak görme eğilimi. İktidara geldiğinde ise o ideolojinin yeterli olup olmadığına bakmaksızın ve de hukuku hiçe sayarak onu devletin resmi ideolojisinin yerine ikame etme gayretkeşliği. İktidarda işler sarpa sarınca giderek otoriterleşmek. İktidarına yapılan her eleştiriyi devletin varlığına yönelik bir tehdit olarak algılayıp en ağırından cezalandırmak. İktidardayken en büyüğünden en küçüğüne birer gaddar Romalı kesilmek; ama iktidarı kaybetmenin eşiğine geldiğinde ise diğer yanağını dönen yumuşak huylu İsevi’yi oynamak; diktatörlükten çark edip halkın iradesine vurgu yapmak ve demokrasinin hoşgörü iklimine sığınmak.

Ahmet Hakan’ın 120 bahiste ülke gerçeğini ıskalamış olmasına dair.
Ahmet Hakan’ın yüksek tirajlı gazetelerde – İslamcılığından çark etmiş bir günahkâr sıfatıyla – kendi çapında bir şeyler çiziktiriyor olmasına hiçbir zaman bir inandırıcılığı olmadı. Ama Türkçe’nin jöle katmanı seviyesinde yazdığı şeyler okuyucularının zihin konforunu bozmaz. Onlara “istersen kendine bir kadeh doldur, ben üzerime hafif bir şeyler alıp geleceğim.” tadında bir heyecan verir. Ahmet Hakan ülkede matbuatındaki fikriyatın nasıl yerlerde süründüğünün, beş para etmez kusmukların nasıl fikir diye halka dayatıldığının bir timsalidir.
Ama biz yine de şu mübarek günde onun için hayır murat edelim. Ahmet Hakan’ın köşesinde isabet ettirdiği her cümle için ona bir ecir vardır, her karavana atışında ise ona iki ecir vardır, deyip geçelim. Bunca isabetsiz icraatlarına rağmen siyasal İslamcıları mübarek kılan şey tam olarak budur.

Ve Saadet Partisi’nin bu yerel seçimdeki hal-i pür melaline dair…
Hemen bir fragman vererek izah edeyim. Hepiniz şose yollarda görmüşsünüzdür; üzerinden otomobil geçmiş kurumuş kurbağa postu. Bu yerel seçim sonucunda Saadet Partisi’nin durumu o kurumuş kurbağa postu gibi. Yeniden dirilip ötmesi, zıplaması çok zor.
Saadet Partisi Soğuk Savaş döneminin politikacıları elinde heder oluyor, demiştik. Oldu.
Saadet Partisi ülke gerçeklerine dair politika üretemiyor, iktidarın yanlış politikalarına tepki veriyor sadece ve bir bilinmeze doğru sürükleniyor, demiştik. Öyle de oldu.
Saadet Partisi sürekli geçmişte yaşıyor olmasına rağmen yakın geçmişteki hatalarıyla yüzleşmekten kaçınıyor, demiştik. Yüzleşmedi.
Bir makine mühendisinin ülke siyasetine dair beylik sözleri o gün için geçerli olabilir ama bugün koşullar çok farklı. Son 20 yılda her açıdan dönüşmüş bir sosyolojiye sahip Türkiye; bunun üzerinde derinlemesine düşünüp partinin siyasetini ona göre kurgulamak gerekir, demiştik. Dinleyen olmadı.
Din ve ahlak vaaz etmek ayrı bir şeydir; modern bir ülkenin meselelerini kavrayıp politikanın değişken olguları üzerinden halka izah etmek bambaşka bir şeydir, demiştik. Buna tenezzül dahi etmediler.
Saadet Partisi’nin çok övündüğü o geçmişini bir kenara bırakıp merkezde ve taşrada yeniden yapılanması gerekiyor, iktidar arayışını sadece siyasette değil diğer sahalarda da kurması gerekir, demiştik. Dikkate alınmadı.
Ülke ve dünya siyasetinde yaşanan değişimlerle ilgili yığınla şey yazdık, bu değişimlerin siyaset kurumunu nasıl etkilediğini tafsilatlı bir şekilde izah ettik. Maalesef dinleyen olmadı.
Kısacası Saadet Partisi yöneticileri bu hezimetin gelişini izlemekle yetindiler. Boş temenniler hiçbir işe yaramadı.
Bu yerel seçimlerde herhangi bir iddiasının olmadığını ise milletvekillerini belediye başkanı adayı göstererek ayan ettiler.
Bunun anlamı Saadet Partisi’nin dar bir klik dışında güvenebileceği, siyaset yapabileceği bir kadrosu yok. İnsanlar aptal değiller, sizin her sözünüzü, her hamlenizi milyonlarca akıl gözlemliyor ve ona göre bir karar veriyor.
Kısacası Saadet Partisi bu yerel seçimde uyguladığı yanlış politikaların sonucu olarak sandıkta haritadan silindi.
Şimdi her zamanki şey olacak. Hiç kimse bu hezimetin sorumluluğunu üslenip istifa etmeyecek. Vardır bunda bir hayır, denilip geçilecek.
Asıl kazanan bizleriz, denilip kendilerini manen temize çıkaracaklar. İşte tam olarak bu anlayış – iktidara miras kalmış bu sorumsuzluk – ülkeyi bu duruma getiren şeydir.
En çok da zamane Millî Görüşçüleri için üzülüyorum. Zira Saadet Partisi’nin kaybettiği her seçim sonrasında dünyanın sırrına ermişler gibi kahve içip tiyatora izliyorlar. Saadet Partisi kırklara karıştı, kanat taktı göğe yükseliyor, bunlar tanrıdan yeni bir mucize bekleyen o papaz gibi hiç istiflerini bozmuyorlar.
Şöyle düşünüyorum. Herhalde bu adamlar bir sabah Fatih Erbakan’ın Saadet Partisi’ne el koyması için ciddi bir bahane üretiyorlar.
Yoksa Saadet Partisi’nin son yıllarda içinde bulunduğu ve her seçim sonucunda biraz daha derinleşen yönetim krizinin akılla mantıkla bir izahı yok.
Temel istifa! YİK denilen garabet topyekûn istifa!

Şu mübarek gecede benliğinde birikmiş onca isyanla hiç öyle tatlı bir tilavetle ikna olacak, huşu içinde namaz kılıp salavat getirecek türden saf Müslümanlar gibi hissetmiyorum kendimi.
Kandiller, bayramlar, mübarek geceler benim Müslümanlığıma hep ters etki yapar. Tatlı bir tilavetle kıyamda durmak, imamın arkasında secdeye varmak yüreğime ağır gelir.
Ben kendimi bu türden bir Müslümanlığa ikna edemem. Bunun bir sürü nedeni var elbette.
Böylesine mübarek gecelerde kendimi avucunda bazalt bir taşı sımsıkı tutan ve tozlu kirpikleriyle ufka bakan kimsesiz o Filistinli çocuklar gibi öfkeli hissederim.
Gazze’nin morglarındaki çelik alaşımların serinliği tüm bedenimi kuşatır. Yüreğim katılaşır, dinden imandan kaynaklı bütün o ulvi duygularım donar. Dilim dönmez gözüm hiçbir şeyi görmez olur.
Minarelerden okunan o efkârı sahte ezanlar, beyhude kılınan o namazlar, sonu oburluğa dönüşen o oruçlar, yapılan o dünyevi dualar, politikacıların boş temennileri gözümde giderek küçülür; anlamsızlaşır. Kendimi o Filistinli çocukların çaresizliğiyle baş başa bulurum. Ve yüreğimdeki isyan o saf Müslümanlığımı sarsacak derecede büyür. Bir yerlerde hayatın sahtekârlığına çıkmış bu Müslümanlıktan çok daha yüce bir şeyler olduğunu hissederim.
O isyanın hızıyla; “Sizin dinden, imandan, tanrıdan, ahlaktan anladığınız şey buysa alın o Müslümanlığınızı başınıza çalın. Benim inandığım Müslümanlık böyle bir şey değil. Mazlumun, hakkı yenilenin, ezilenin, yurdu işgal edilenin yanında tanrı adına riyasızca durmaktır benim Müslümanlıktan anladığım." diye fısıldarım.
Onun için şu mübarek gecede selamete ermiş Müslüman numarası yapamam. Ölüme ve açlığa terk edilmiş Filistinli Müslümanların morglarda hissettiği soğukluk gibi ben de bu mübarek geceye soğuğum.

“Bir köpeğin seçme şansı yoktur. Köpek dışkılamak için çömeldiğinde bir karar verdiğini sanır. Asıl sorun şu ki, köpeğin sahibi o durumdan çok farklı değildir. Ya biz insanlar… Gerçekten hayatta bir seçim yapıyor muyuz yoksa doğduğumuz ânda her şeye karar verilmiş mi oluyor? Belli bir coğrafyada, belli bir zaman diliminde, belli bir tarih aralığında, farklı bir toplumda, farklı bir ülkede, farklı bir inanç sisteminde, farklı bir din setinde, farklı bir kültürde, farklı bir sosyal sınıfta, farklı bir ailede ve farklı bir DNA sarmalında iken gerçekten dışkılamak için çömelen bir köpekten farklı bir tercih yapabiliyor muyuz? O ânın yerel kanunlarına, töresine, etik anlayışına ve ahlak kurallarına bağımlı olarak doğduk. Bir insan olarak bu şartlarda gerçekte neyi seçebiliriz? Bizi kuşatan bu kaderden, içinde doğduğumuz bu hayattan kaçabilir miyiz?” Berlin Köpekleri filminden

Ülkedeki bütün muhalif sesleri susturmuş olduklarından geriye tek şey kalmıştı. Halkı inandırmaya çalıştıkları kendi yalanları. İşte 31 Mart yerel seçimlerinde tosladıkları şeyin özeti buydu. Artık politika ile ilgili ülke gerçeklerini yazıp dillendiren objektif yazarlar yok. Bunun anlamı halk desteği % 30’lara kadar gerilemiş bir iktidarın rotası yok. Referans alabileceği kendisine çekidüzen verebileceği söz yok. İktidar için sürüklenme devam edecek. Tıpkı ANAP örneğinde olduğu gibi gelecek seçimlerde iktidardan düşüp parçalanacaktır. CHP Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığında kaybede kaybede Özgür Özel ile kazanmayı öğrendiler.
CHP yerelde total aklı kullanıp yeni bir iktidar kurmayı başaramazsa, eski ideolojik saplantılarına geri dönerse yakaladığı bu şansı heba eder. Halkın artık % 65’i mevcut iktidarı istemiyor. Bu açık bir gerçek. Bu durum biraz siyaset bilen istatistiklere biraz aşina olan, gerçeklerden ürkmeyen her siyasal analist için öngörülebilir bir sonuçtu. Ama ülkede normal olan her şey o denli zemin kaybetti ki, bu sonuç hemen herkes için bir sürpriz oldu.
İstatistikte kuraldır; büyük olan her şey küçük olanı yutar. Ve bu gidişle % 65 % 35’i yutacak. Kısacası siyaset sosyolojisinde erimekte olana çare yoktur.

Damarlarımızda Aramco’nun yeşil petrolü dolaşıyor. Kalbimiz Mercedes Benz’in motoru gibi bayram heyecanıyla atıyor. Üstelik hiç aşı olmamış olmamamıza rağmen silisyum damarlarımızı içten çiziyor. Tırnaklarımız Karabük çeliği gibi uzamış, içlerine gres yağı doluşmuş. Keramet ehlisiniz zira sensörlere duyarlı vücut ısılarımız var. 37 dereceyi gören her orospu çocuğu ampul otomatikman yanıyor. Arabesk müziğe hiç gerek yok; artık otomobillerin motor sesinden markalarına göre bir melodi oluşturabiliyoruz. Ruganlarımız Petronas lastiğinden farksız. Soğuk asfalt griliği sevdiğimiz bir renk; kire pasa geliyor. Aracın lastik havası, yağı ya da yakıtı düştüğünde en yakın akaryakıt istasyonuna uğrayıp orucumuzu açabiliyoruz. Çalan her klaksonda çocukluğumuzun çekilmez plastik mızıkalarından bir parça var. Bu aşamada bir otomobilin mekanik ihtiyacı ile bir insanın fiziksel ihtiyaçları benzeşiyor. O halde otomobil insanın zamana karşı yarışan bir parçası mıdır, yoksa insanın kendi elleriyle kurduğu modern hayatın köle İsaura’sı mıdır? Her şey o kadar iç içe geçmiş ki, göz kapaklarımız otomobillerin cam sileceği, egzozlardan çıkan kara dumanlar gastrit çıktısı gibi. İşte manevi açıdan tam da böyle bir ramazanım oldu. Aşk ile bir daha tekrar edin bakayım. “Ananas da en az hurma kadar, penguen de en az deve kadar mübarektir!”
Bayramınız mübarek olsun.

Nasıl, henüz küçük birer çocukken Çingenelerin mahalleden kaçırdığı, kolunu ayağını kırıp dilenci yaptığını düşündüğünüz ama hayatın normal akışında ikide bir papaz olduğunuz ve en çekilmez anlarında onları kahpe bir pusuyla ya da fare zehiri verip ortadan kaldırmayı düşündüğünüz akrabalarınız bu bayram sabahı eli kolu yerinde sağ salim, egoist görünümlü tıka basa dolu bavullarla tekrar size geri döndüğünü görünce mutlu oldunuz mu?

Afrika’daki bazı kabile şeflerinin söylediğine göre kimlik, ehliyet, pasaport vs. gibi resmi gereklilikler dışında fotoğraf çektirmek ruhunun başkaları tarafından çalınmasına müsaade etmektir. Bu tuhaf sözü duyduğum günden beri fotoğraf çekilmekten imtina ediyorum.


Uyarı: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple eser sahibinin onayı olmaksızın yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi hukuken yasaktır. Bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı kanun hükümlerine tabidir.

6 Nisan 2024 Cumartesi

MERKEZ SAĞ ÖLDÜ AMA SİYASAL İSLAMCILAR SELASINI OKUMADILAR - 100

Her insanın sadece kendisine sakladığı karanlık bir yüzü var. Sanırım benim karanlık yüzüm Trabzonspor taraftarlığım. İçimdeki eli mızraklı Makron Trabzonspor’un her haksızlığa uğradığını düşündüğüm durumlarda ortaya çıkıyor. İşin ilginç tarafı eli mızraklı o Makron savaşçı iktidarın ekabirlerine sataştığında bu insanların hoşuna gidiyor. Ne zamanki o mızrak yere yatırdığı iki Trabzonsporlu futbolcuyu döven bir Afrikalıya yöneliyor o zaman durum değişiyor. Öteden beri yaptığım siyasî analizler, sosyolojik gözlemler bazılarının gözünde ucuzlaşıyor. “Demek sen o kadar da iyi bir yazar değilmişsin, iflah olmaz fanatik bir Trabzonsporluymuşsun! Bak adama yamyam dedin! Seni takip etmeyi bırakıyoruz.” Yani savaşçı bir Makron mızrağı Romalılara çevirdiğinde mesele yok ama Romalılar adına savaşan bir Afrikalıya çevirdiğinde kıyamet kopuyor.
Aklıma II. Dünya Savaşı’nda Afrika’da El Alameyn muharebesinde Nazilerin askeri üssünü basıp savaşın gidişatını değişen İngiliz askerlerin profilleri geliyor. O askerlerin sivil hayattaki mesleklerine, karakter özelliklerine baktığınızda şöyle dersiniz. “Koca İngiliz ordusu bu muharebeyi bu adamlarla mı kazandı?” Birisi İngiltere taşrasında basit bir musluk tamircisi, bir diğeri İrlanda’da bir çiftçi, bir diğeri Londra’da temizlik görevlisi vs. Ama sırf o işi başarmak için eğitim almışlar.
Şunu demeye çalışıyorum. Evet, iflah olmaz bir Trabzonspor taraftarıyım. O yazıları, hiç umurunuzda olmayan edebi eserleri de ben ürettim. Elimde bir mızrak olsaydı ve iki Trabzonluyu yere yatırmış o yamyamın yanında olsaydım hiç acımadan mızrağı sırtına sokardım. Hiç şakam yok! Ben bugün bir şey görmüyorum. 40 küsur yıldır gördüğüm şeyin ne olduğunu tarif ediyorum sadece. Ve o 40 yılın sonunda 40 bin Trabzonsporlunun bir ağızdan “Ananın ….. ….. Fenerbahçe!” diye bağırdığını gördüm. Ve bu benim bu hayatta gördüğüm en sahici birkaç şeyden birisiydi.

Yayıncı bir arkadaşım var. Aslen Kerkük Türklerinden; hafif çölde yanmış gibi bir hali var. Ben ona “Arap büyücü!” diyorum. Bazen telefonda ordan burdan konuşuruz. Birgün beni aradı. “Hani sen gelmiyor musun?” diye sordu. “Nereye gelmiyor muyum?” “Nereye olacak Ayasofya’nın açılışına!” “Ben öyle şov kokan işlerde yokum.” dedim. “Hainsiniz oğlum siz!” Dili “hain” diyor bana ama kalbi benimle sırnaşıyor.
Aradan uzun bir zaman geçiyor. Bunun Amerika’da yaşayan ağabeyi hükümete verip veriştiriyor. Yok hükümet öyle; yok bakanları böyle yapmış, diye sosyal medyada havadan sudan bir şeyler çiziktiriyor. O zannediyor Türkiye de Amerika gibi fikir özgürlüğünün olduğu bir ülke. Tabi Amerika’dayken yazdığı şeyleri unutuyor. Türkiye’ye dönüyor. Ağabeyinin hiçbir şeyden haberi yok ama Fahireddin bunu kara listeye almış. Derken polisler havaalanında palas pandıras yakalıyorlar adamı. Ayasofya’ya elinde seccade ile yaylana yaylana giden bizim eleman İstanbul trafiğini aşıp soluğu havaalanında alıyor. Adamların hiç şakası yok; hükümete hakaretten tutuklanacak ağabeyi. Neyse yalvar yakar valiz çanta ağabeyini tarafsız bölgeye güç bela gönderiyorlar. Yeniden vize, uçak bileti, Maraş dondurması derken ver elini Amerika. İspanya üzerinden uçarken saatler önce güneye uçan albatrosların tekrar kuzeye doğru uçtuğunu görüyor ağabeyi ve bir nebze olsun içi ferahlıyor. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra JF Kennedy havaalanına inip eski huzuruna kavuşuyor. Yine aradan belli bir zaman geçiyor. Hükümet ağabeyi hakkında iade kararı çıkarmış, ülkeye iadesini ve mahkemede yargılanmasını istiyor. Amerikalı merciler ağabeyinin yaptığı yorumların tercümelerini okumuşlar ve Türk yetkililere suç sayılabilecek herhangi bir şey olmadığını söylemişler. Ve eklemişler; Twitter insanlara bu türden ucuzca suçlama yapmak için kurulmamıştır. İla ahir komediler.
Bu dostumuz geçenlerde beni aradı. Uzun uzadıya bu olayı anlattı. Ağabeyi Amerika’da mahsur kalmış. Annesini babasını dostlarını özlemiş ama hapse düşme ihtimali olduğu için gelemiyor. Hükümetin değişmesini ve yeni bir özgürlük dalgasının başlamasını bekliyorlarmış. Ben de ona “Sen Ayasofya’ya bi daha git, ağabeyin için de dua et, orası mübarek bir yerdir, duaların kabul olur.” dedim. Gülüyor tabi. Muhabbetin sonunda aslında “O kadar da hain değilmişsin!” demeye getiriyor. Ben de ona “O kadar acele etme, yakında beni en büyük vatansever ilan edeceksiniz.” dedim. Yüzü gülüyor ama biliyorum ki içi kan ağlıyor.

Tanrı melekleri aracılığıyla indirdiği kutsal kitaplarla insanlara ahlak vaaz eder.
Bilimadamları icatlarıyla, felsefeciler düşünceleriyle, teorisyenler teorileriyle inşalara başka şeyler söyler.
Ozanlar türküleriyle, şairler şiirleriyle insanın varoluş sancısına dair birşeyler söylerler.
Kanunlar ise konuşmazlar; onlar insandan sessizce itaat etmesini beklerler.
Modernliğin insan ruhunda sebep olduğu endikasyonlara dair iyi yazarlar romanlarıyla, hikâyeleriyle, denemeleriyle bambaşka şeyler söylerler. İşte bu yüzden ciddi bir yazarın insana dair söylediği sözle peygamberlerin, azizlerin, ermişlerin söylediği sözler aynı sahaya ilişkindir. Sözü tanrısal kılan ve çoğu yazarın farkında olmadığı şey işte bu sahadır.
Bir insan tanrının kesin sözüne, bilimadamlarının yasalarına tahammül edemediği ölçüde Neşet Ertaş’ın Şaman ayinlerinden farksız türkülerini dinler, Gabriel Garcia Marquez’in romanlarını okur.

Kendimize dürüst olalım. Filistin konusunda sosyal medyada yayınlanan filtresiz görüntüler, yapılan haberler tıpkı iç siyasetteki o çekilmez ve çaresiz durum gibi Müslüman duyarlılığımızda en kritik noktayı çökertti. Diğer bir deyişle modern hayatın bize sunduğu konfor alanı bu trajedi karşısında bizi epeyce duyarsızlaştırdı. Artık birçoğumuz o görüntülere tahammül edemiyoruz. Siyonist İsrail’in Gazze’de yaptığı Filistinli Müslüman katliamlarını sonuna kadar izleyemiyoruz. Zira bir katliam bitmeden bir diğeri başlıyor ve bu durumun bir çaresi de yok gibi. Bu durumda ahlaklı Müslüman olma vasfımız, insan olmaktan neşet eden vicdanımız hiçbir işe yaramıyor. Gazze’de yaşanan vahşet karşısındaki edilgen tavrımız bizi tarih önünde Müslümanlığı işe yaramayan, hiçbir ciddi yaptırımı olmayan işe yaramaz budalalara çeviriyor. Kısacası Siyonizm Gazze’de sadece Filistinlileri değil ekran başında o görüntüleri izlemekten imtina eden Müslümanların da vicdanını öldürüyor.

Bu yerel seçimler öncesinde beni şaşırtan şeylere dair.
Hemen her parti belediyeleri yönetmeye talip ama hiç kimse oturduğu apartmanı şöyle dört başı mamur bir şekilde yönetmeyi, en azından medeni cesaretini kuşanıp apartman yönetimine katılmaya tenezzül etmiyor.
Meselâ benim yaşadığım ilçede yığınla mekân düzenleme sorunu mevcut. Hiçbir insan evladı bunları kamuoyunda gündeme getirmeyi, yerel yönetimden çözüm talep etmeyi akıl edemiyor. Ama aynı ilçede belediye başkanı ya da mahallede muhtar olmayı iştiyakla arzu ediyor. Yönetilmeyi bilmeyenler ya da yönetime katılmayı akıl edemeyenler garip bir şekilde yönetmeye talipler.
Meselâ bütün o belediye başkanı adaylarına, encümen üyelerine, muhtar adaylarına yönetim ve organizasyon konusunda –geçtim modern teorisyenleri— birkaç klasik teorisyen ismi ve eseri söyle, diye bir sual sorsam afallayıp kalırlar. Ama bir şekilde belediyeleri mahalleleri köyleri yönetmeye talipler.
Meselâ ben bir süredir çalıştığım kurumda neredeyse ölülerle, hayalet isimlerle, yönetime katılma konusunda gönülsüz insanlarla işleri yürütmeye çalışıyorum. Yönetime katılmayı, olumlu icraata destek vermeyi bir zaaf, bir yenilgi gibi gören sığ bir anlayışla boğuşuyorum. Ama onlara ‘gel bu kurumu sen yönet, buna sen layıksın, diye bir öneride bulunacak olsam buna dünden razılar. Yani yönetimin hiçbir aşamasında bulunmadan, bir kurumu yönetme konusunda sabır gösterip belli bir tecrübe edinmeden herkes yönetmeye talip. Hakkıyla yönetilmeyi, yönetime katılma sabrını göstermeden yönetici olmak için can atıyor olmak gerçekten bana çok tuhaf geliyor.

Centilmen bir seçim olsun, seçim günü ülkede hoşgörü hakim olsun, kaybeden adaylar kazanını tebrik etsin, kazanan Türk demokrasisi olsun, diyeceğim ama çok iyimser ve boş bir temenni olacak. Yine aynı teraneler tekrar edilecek; sandıklar basılacak, önceden provası yapılmış hileler devreye girecek, seçim kurullarında bul karayı al başkanlığı numaraları dönecek. İktidar sandıkta kaybettiğinde her şeyini kaybedecekmiş gibi bir havada seçime gidecek. İstanbul düşerse Kudüs, Mekke düşer, sloganıyla hareket edecekler.
Esasen klasik anlamda demokrasi “Atina’nın çöpünü kim toplayacak, kaldırımlarını kim düzenleyecek” meselesidir. Ama sıradan insanlar için İstanbul’un, Ankara’nın çöpünü kimin topladığının, kanalizasyon sistemini kimin yaptığının herhangi bir önemi yoktur. Asıl sorun birilerinin o işleri hakkıyla yapıp yapmadığıdır. Bizde siyasetteki esas açmaz o sıradan işler üzerinden devlete hakim olma ve kendi siyasî ideolojine alan açma ve onu iktidarı üzerinden topluma empoze etme kurnazlığıdır. Yerel seçimleri ehemmiyetli kılan husus tam da budur. Çünkü bizdeki siyasî partilerin kültür, sanat, eğitim, spor vs. hayatın diğer alanlarında üniversal anlamda değer üreterek iktidar olma yetileri yoktur. Sadece iktidarın kendisine talip olarak dolaylı yoldan o alanları da işgal etme eğilimindedirler.

Oruç sadece fiziksel anlamda insan anatomisinde belli bir ayıklama yapmaz. Oruç insan bedeninde yaptığı biyolojik ayıklamanın bir benzerini zihin dünyasında da yapar. Hakkıyla tutulmuş bir oruç insanın hayata ve dünyaya dair bildiğini zannettiği birçok şeyi yeniden sorgulamasına kapı aralar; çok daha derin bir kavrayışla onları en baştan anlamlandırmasını sağlar. Orucun ilk etapta fark edilmeyen ama gerçek bir Müslümanı ilgilendiren yönü tam olarak budur; fiziksel değişime bağlı olarak zihinsel dünyada yaşanan -bir tür eliminasyon- değişim. Bu açıdan bakıldığında oruç insandaki fazlalıkların elenmesine, gereksiz yüklerin, bagajların atılmasına sebep olur. Bir ay boyunca hem fiziksel hem de zihinsel bir arınmadan sonra oruç insanı kritik bir eşikte bırakır. Artık o eşikte oruç tutan Müslümanın zihin dünyasında bir inanç olarak kökleşmiş ilkeler mevcuttur. Müslüman yüksek ahlak, erdem, dürüstlük, iyilik, sadakat gibi o en dipteki ilkeler üzerinden yeniden doğar. Aktüel hayata o köklü ilkeler üzerinden reaksiyon vermesi ve yaşadığı hayatı ahlaktan, erdemden, iyilikten yana ıslah etmesi ve demlemesi beklenir. Şayet oruç tutan bir Müslüman zihnindeki fazlalıkları atıp köke inemiyor ve oradan yeniden doğamıyorsa bu ibadeti hakkıyla yapamıyor demektir.

31 Mart yerel seçimlerinin sonuçlarına dair umumi manzara;
Yerel seçim sonuçlarının genel görünüşünden ortaya çıkan çok net bir durum var; Türkiye AKP’nin 22 yıllık iktidarında yaşadığı politik değişim ve toplumsal dönüşümle bambaşka bir yere evrildi. Evrildiği yerde halkın politik tercihleri öngörülebilir değildir. Bu çok net bir olgu.
İktidarın uzun bir süredir ülkeyi muhasebesizce yönetmesinin halktaki karşı reaksiyonu merkez sağın klasik kaypaklığı olarak nüksetti. Bunun en çarpıcı örneği ANAP’ın ve Doğru Yol Partisi’nin merkez sağdan hatta DSP’nin siyasetten silinmesiyle gerçekleşmişti. Bu yerel seçimlerin sonuçlarından anlaşılan şey mevcut iktidarın da aynı yola girdiği şeklinde. Halk ülkeyi yoran ve sürekli kendini tekrarlayan bir iktidarı tasfiye ediyor.
Yukarıda da söylediğim gibi ülke sosyolojisi hızla değişiyor. Seçmen taşra kafalı mukaddesatçı politikacıların hayatın gerçeğini ıskalayan boş retoriklerinden usandı. Bu yüzden sandıktaki tercihlerini farklı partilere yönlendiriyorlar. Eski tip maço politik tavırlı politikacıların değişen sosyolojide karşılığı yok. Bu çok net!
Bu yerel seçimlerde halk sandıktaki tercihiyle iktidarın gücünü eritti. CHP’ye ülkenin siyasî geleceği konusunda yeşil ışık yaktı. Bu siyasî tabloya göre iktidar ülkeyi yönetme konusunda artık başına buyruk davranamaz. Ülkede dikkate alması gereken ciddi bir muhalif blok var. En azından yerel iktidarda durum bundan ibarettir.
Bu yerel seçimlerin sonuçlarındaki en dramatik olgu; seçmenin sandıkta MHP’ye ve İyi Parti’ye kestiği ağır faturadır. Cumhur İttifakı içindeki MHP’nin ülke meseleleriyle ilgili mesuliyetten uzak tavrı ve İyi Parti’nin ulusal politikadaki belirsiz durumu sandığa yansımış görünüyor. İyi Parti’deki irtifa kaybı tahmin edilenden çok daha büyük ve düşündürücü.
Yeniden Refah Partisi’nin % 6’ya yaklaşan oy oranını iktidardan kopan seçmen kitlesinin yeni bir yönelimi olarak değerlendirmek mümkündür.
Kısacası bu yerel seçimin açık ara galibi büyükşehir belediyelerinde oy oranını artıran CHP’dir. Son genel seçimde % 52 oy oranıyla meclis aritmetiğini domine eden AKP ise % 16’lık bir düşüşle epeyce gerilemiş görünüyor. Ülkede kronikleşen sorunlar devam ettiği sürece AKP’nin parıltılı iktidarı tıpkı ANAP gibi, DYP gibi merkez sağdaki seçmenin kaypak tavrıyla buhar olacak. Bu seçimlerin sonuçlarından anlaşılan şey budur.
Bu yerel seçimlerde bir varlık gösteremeyen Saadet Partisi’nde genel başkanlık ve yönetim düzeyinde ciddi bir değişim kaçınılmaz görünüyor.


Uyarı: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple eser sahibinin onayı olmaksızın yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi hukuken yasaktır. Bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı kanun hükümlerine tabidir.