21 Nisan 2024 Pazar

CİMİL - ÇİRMANİMAN

Aslında yılın en sıkı faaliyeti Yeşilyol ile gittiğimiz Madur Dağı’nın dibindeki Köşk Yaylası dönüşüydü. Savunmasız köftelere yumulduğumuz o iftar akşamının dönüşü hiçbirimizin umurunda değildi. Gürül gürül yanan bir soba ve demli çaylar eşliğindeki daldan dala ilerleyen muhabbet bize dışarıdaki tipiyi soğuğu unutturmuştu. Ama kar aracı ile giden kadınlardan sonra iş başa düştü. Ay ışığı altında dağ yamacından esen rüzgâr suni bir tipiye dönüşüyor ve ortalığı bir Sibirya buğusu kaplıyordu. Ayağımın altındaki buzlu kar her adımla kütürdüyordu. Bir ara “Galiba bu yol bitmeyecek ve Yeşilyol’un ilk dağcılık şehidi ben olacağım.” türünden arabesk bir düşünceye kapıldım. Ama yersiz bir yeisti. Bu faaliyetlerde ilk kez montumun pantolonumdan daha korunaklı olduğu gerçeğini fark ettim. Arpalı Köyüne doğru bitkin bir ruh haliyle indiğimiz o zorlu gecede çıplak toparağın serinliğinin ne denli şefkatli olduğunu keşfetmiş oldum. Hele çay ocağındaki insanı saran o kahve sıcaklığı! Sonrası çocuk oyuncağı gibi bir şeydi. O Sibirya soğuğunun ve karanlık tünelin en sonunda Köprübaşı’nın sarı hüzmelerini gördüğümde minibüstekilere şöyle dediğimi hatırlıyorum. “Baksanıza, Köprübaşı gibi bile Paris’e benziyor!” Zafer Bey koca minübüsü Of’a yönlendirip günü büyük bir kadirşinaslıkla bitirdi.
Tradost ile gittiğimiz Balengis Yaylası’nın dolambaçlı yollarında herhangi bir numara yoktu. Likenli taşlara ve dikenli eşek güllerine bile hasret kaldık. Bizi o sıradan parkuru yürümeye asıl güdüleyen şey İsbatan’da bir soba başında yiyeceğimiz savunmasız köfteler ve kerhane tatlısı niyetine alınmış tulumba tatlılarıydı. Müco koca televizyonu yeni kurduruyordu. Sonra bir koşu köy çeşmesine gidip vanayı açıyor; ardından mangala yelpaze tutuyordu. Faaliyet bittiğinde geniş ekranı sırtlayıp Araklı’ya indirdiğine dair şimdilik bir şayia söz konusu değil. Ama yine de insanın bu faaliyetlerde aşina olduğu mesafeli arkadaşlarının olması güzeldi, sayın Müco!
Müco’nun beni fazladan doğmuş bir kedi yavrusu gibi bir yolcu durağına terk edip rotayı Trabzon’a kırdığı o akşam nötr duygulara gark olmuştum. Dilime Yaşar Kemal’in “Kuş uçmaz kervan bir yerdesin. Su olsan kimse içmez.” dizeleri düşüyordu. Tek düşüncem ana yola çıkıp içinde sarhoşların göbek attığı bir dolmuş bulmak ve Of’a varana kadar eğlenmekti. Öyle olmadı. Yeni başkan Müco’yu hiç aklıma getirmeden ta sanayi enkazlarıyla dolu bir mıntıkaya kadar önüme çıkacak bir Araklı kedisine tekme atma ahdiyle yürüdüm. Tanrının mucizeleri bitmemiş olacak ki bir otomobil geldi ve tam yanımda durdu. Benim için gayet sarih olan bir adresi sordu. Adama adresi tarif ettim. Türkçemden etkilenmiş olacak ki bana beni Sürmene’ye kadar getirebileceğini söyledi. Adam tatlısu Oflusu bir hekimdi. Muhabbet biraz ilerleyince birçok ortak noktamız olduğunu fark ettik. Çünkü aynı şebekeden su içiyorduk. En önemlisi atalarının hatırasını yaşatmak için Of’un bir köyüne yeni bir villa yapmayı düşünüyormuş. Derken tatlısu Oflu’su bana beni Of’a bırakmayı teklif etti. O anda içimden Müco’ya senden çok daha iyi insanlar var, demek istedim. Hekimin bu nazik teklifine hayır diyemedim. Çünkü Havaş yakınlarda durup yolcu almıyordu. Onu Karadeniz’le ilgili akla hayale gelmeyecek bir yığın bilgi bombardımanına tuttum. Adam hayranlıkla beni dinledi; Of’un girişinde frene basana kadar bu durum devam etti.
Ve bugün ver elini Cimil. Tradost var Tra-düşman var Müco. Ben o şelale kadrajına girmeyeceğim artık. Hem insan için her gereksiz fotoğraf ruhunu yağma ettirmektir, Afrikalı kabile şeflerine göre. Üç araba gezgin. Vadi yeşile bürünmüş. Dereler köpürmüş. Cimil dedikleri birkaç dağınık yayla köyü. Garzavan gibi yayvan bir vadi; nispeten daha düz. Vadi insanı yutuyor. Neyin nerede başladığından ve nerede bittiğinden bir türlü emin olamıyorsunuz. Mevsime inat erimeyen kirli kar öbekleri. Coğrafya ile rabıta kurmaya çalışırken aklımıza gelen tek isim Cimilli İbo. Bir de şu karşıdaki kataları pürtüklü karlı dağlar. Katılımcıların bir kısmı acemi; kır atım acemi konağı tutmaz, misali temkinli yürüyoruz. Aşağıdaki derenin çağıltısı giderek bir hipnoza dönüşüyor. Dalgınlaşıyoruz. Arada gördüğümüz tabelalarda ise şöyle yazıyordu. “Tapulu arazi. Balık tutmak ve piknik yapmak yasaktır.” Sanki dere babasının tarlasından geçiyor. Birazdan arkamızdan bir sis bulutu yetişiyor ve vadinin tüm görkemini alıp götürüyor. Grubun boyunu kısaltmak için Müco polis gibi habire telsizle konuşuyor. O kadar ki pilleri bitirdi. Etrafta kurt, ayı olabilirmiş. Tradost’un bir yaban hayvanı danışmanı yok. Sis içinde danışmansız 61 insancık. Yolda bir sürü ölü kurbağa gördük. Galiba gece ile gündüz arasındaki ısı farkına dayanamayıp ölmüşler. Çalı bacaklı balıkçıl türü bir kuğuş gördük. Ona karga diyenler var. Flamingo dese anlayacağız, en kötü ihtimalle yeğenidir, dersiniz.
Derken karşı dağın yamacında bir sürü karaltı görüldü. Ayı mı, kurt mu bir türlü bilemedik. Hiçbirimiz basit bir dürbün alıp doğaya çıkmayı akıl edemedik. Güneş kremimiz var ama pusulamız dürbünümüz coğrafi haritamız yok. En çok da Müco akıl edemedi. Herkes telefonlara sarılıp zum yaptı sürüye. Çekilen görüntüler muammayı daha da büyüttü. Yaban keçileri ile ayı sürüsü olarak ikiye bölündük. Acaba bölgede bilmediğimiz bir hayvan türü daha mı var. Yaban keçileri kayalıklarda sürü halinde eğleşirler. Ayılar sürü halinde dolaşmazlar. Kurt desen bekler, kaçmaz. Başka bir hayvan olma ihtimali ise çok düşük. Görüntülerden anladığımız kadarıyla kuyruk kısımlarındaki anatomik yapıları bu hayvan popülasyonunun bize yaban keçileri olduğunu gösteriyordu. Videodaki yanıltıcı unsur karın derinliğine bağlı olarak keçilerin yürüyüşünün ayıların salınımlı yürüyüşünü andırıyor olmasıydı. Diğer bir yanıltıcı unsur öndeki keçinin yukarıya doğru yönelmesinin bir ayının dikelmesi olarak algılanıyor oluşuydu. Sanırım bu konuda Tradost'un yeni başkanının faaliyetlerde dürbün teçhizatı takviye etmesi ve dernek bünyesinde ciddi bir yaban hayatı danışmanı ataması yapması gerekiyor. Zira çalı bacaklı bir kuşun karga olarak tanımlanması sinirlerimi bozdu. Tradost Cimil’deki kurbağaların ölüm nedenleriyle ilgili resmi bir açıklama yapmadı. Biz bu doğa yürüyüşlerini sadece kalori yakmak için yapmıyoruz! O kurbağalar neden oldu Müco. Bu konuda bizi aydınlatman gerekiyor. Bu kadar bilinmezlik bu faaliyetler için biraz fazla. Bu kadar muammadan sonra insan kendini buzun varlığını ilk kez keşfeden Hispanikler gibi hissediyor.

“Çıkarım yaylalara
Dumana bak dumana
Kabahat sende değil
Sana sevda olana

Bu kemençemin yayı
Namı tuttu dünyayı
Şimdiki sevdalıklar
Aynı sallama çayı” Cimilli İbrahim


Uyarı: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple eser sahibinin onayı olmaksızın yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi hukuken yasaktır. Bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı kanun hükümlerine tabidir.

12 Nisan 2024 Cuma

MERKEZ SAĞ ÖLDÜ AMA SİYASAL İSLAMCILAR SELASINI OKUMADILAR - 101

Kısaca bu duruma Ankara sendromu diyoruz. Başlangıçta demokrasiye inanmama; ama demokrasiyi kendi siyasî düşüncesini iktidara taşımak için bir araç olarak görme eğilimi. İktidara geldiğinde ise o ideolojinin yeterli olup olmadığına bakmaksızın ve de hukuku hiçe sayarak onu devletin resmi ideolojisinin yerine ikame etme gayretkeşliği. İktidarda işler sarpa sarınca giderek otoriterleşmek. İktidarına yapılan her eleştiriyi devletin varlığına yönelik bir tehdit olarak algılayıp en ağırından cezalandırmak. İktidardayken en büyüğünden en küçüğüne birer gaddar Romalı kesilmek; ama iktidarı kaybetmenin eşiğine geldiğinde ise diğer yanağını dönen yumuşak huylu İsevi’yi oynamak; diktatörlükten çark edip halkın iradesine vurgu yapmak ve demokrasinin hoşgörü iklimine sığınmak.

Ahmet Hakan’ın 120 bahiste ülke gerçeğini ıskalamış olmasına dair.
Ahmet Hakan’ın yüksek tirajlı gazetelerde – İslamcılığından çark etmiş bir günahkâr sıfatıyla – kendi çapında bir şeyler çiziktiriyor olmasına hiçbir zaman bir inandırıcılığı olmadı. Ama Türkçe’nin jöle katmanı seviyesinde yazdığı şeyler okuyucularının zihin konforunu bozmaz. Onlara “istersen kendine bir kadeh doldur, ben üzerime hafif bir şeyler alıp geleceğim.” tadında bir heyecan verir. Ahmet Hakan ülkede matbuatındaki fikriyatın nasıl yerlerde süründüğünün, beş para etmez kusmukların nasıl fikir diye halka dayatıldığının bir timsalidir.
Ama biz yine de şu mübarek günde onun için hayır murat edelim. Ahmet Hakan’ın köşesinde isabet ettirdiği her cümle için ona bir ecir vardır, her karavana atışında ise ona iki ecir vardır, deyip geçelim. Bunca isabetsiz icraatlarına rağmen siyasal İslamcıları mübarek kılan şey tam olarak budur.

Ve Saadet Partisi’nin bu yerel seçimdeki hal-i pür melaline dair…
Hemen bir fragman vererek izah edeyim. Hepiniz şose yollarda görmüşsünüzdür; üzerinden otomobil geçmiş kurumuş kurbağa postu. Bu yerel seçim sonucunda Saadet Partisi’nin durumu o kurumuş kurbağa postu gibi. Yeniden dirilip ötmesi, zıplaması çok zor.
Saadet Partisi Soğuk Savaş döneminin politikacıları elinde heder oluyor, demiştik. Oldu.
Saadet Partisi ülke gerçeklerine dair politika üretemiyor, iktidarın yanlış politikalarına tepki veriyor sadece ve bir bilinmeze doğru sürükleniyor, demiştik. Öyle de oldu.
Saadet Partisi sürekli geçmişte yaşıyor olmasına rağmen yakın geçmişteki hatalarıyla yüzleşmekten kaçınıyor, demiştik. Yüzleşmedi.
Bir makine mühendisinin ülke siyasetine dair beylik sözleri o gün için geçerli olabilir ama bugün koşullar çok farklı. Son 20 yılda her açıdan dönüşmüş bir sosyolojiye sahip Türkiye; bunun üzerinde derinlemesine düşünüp partinin siyasetini ona göre kurgulamak gerekir, demiştik. Dinleyen olmadı.
Din ve ahlak vaaz etmek ayrı bir şeydir; modern bir ülkenin meselelerini kavrayıp politikanın değişken olguları üzerinden halka izah etmek bambaşka bir şeydir, demiştik. Buna tenezzül dahi etmediler.
Saadet Partisi’nin çok övündüğü o geçmişini bir kenara bırakıp merkezde ve taşrada yeniden yapılanması gerekiyor, iktidar arayışını sadece siyasette değil diğer sahalarda da kurması gerekir, demiştik. Dikkate alınmadı.
Ülke ve dünya siyasetinde yaşanan değişimlerle ilgili yığınla şey yazdık, bu değişimlerin siyaset kurumunu nasıl etkilediğini tafsilatlı bir şekilde izah ettik. Maalesef dinleyen olmadı.
Kısacası Saadet Partisi yöneticileri bu hezimetin gelişini izlemekle yetindiler. Boş temenniler hiçbir işe yaramadı.
Bu yerel seçimlerde herhangi bir iddiasının olmadığını ise milletvekillerini belediye başkanı adayı göstererek ayan ettiler.
Bunun anlamı Saadet Partisi’nin dar bir klik dışında güvenebileceği, siyaset yapabileceği bir kadrosu yok. İnsanlar aptal değiller, sizin her sözünüzü, her hamlenizi milyonlarca akıl gözlemliyor ve ona göre bir karar veriyor.
Kısacası Saadet Partisi bu yerel seçimde uyguladığı yanlış politikaların sonucu olarak sandıkta haritadan silindi.
Şimdi her zamanki şey olacak. Hiç kimse bu hezimetin sorumluluğunu üslenip istifa etmeyecek. Vardır bunda bir hayır, denilip geçilecek.
Asıl kazanan bizleriz, denilip kendilerini manen temize çıkaracaklar. İşte tam olarak bu anlayış – iktidara miras kalmış bu sorumsuzluk – ülkeyi bu duruma getiren şeydir.
En çok da zamane Millî Görüşçüleri için üzülüyorum. Zira Saadet Partisi’nin kaybettiği her seçim sonrasında dünyanın sırrına ermişler gibi kahve içip tiyatora izliyorlar. Saadet Partisi kırklara karıştı, kanat taktı göğe yükseliyor, bunlar tanrıdan yeni bir mucize bekleyen o papaz gibi hiç istiflerini bozmuyorlar.
Şöyle düşünüyorum. Herhalde bu adamlar bir sabah Fatih Erbakan’ın Saadet Partisi’ne el koyması için ciddi bir bahane üretiyorlar.
Yoksa Saadet Partisi’nin son yıllarda içinde bulunduğu ve her seçim sonucunda biraz daha derinleşen yönetim krizinin akılla mantıkla bir izahı yok.
Temel istifa! YİK denilen garabet topyekûn istifa!

Şu mübarek gecede benliğinde birikmiş onca isyanla hiç öyle tatlı bir tilavetle ikna olacak, huşu içinde namaz kılıp salavat getirecek türden saf Müslümanlar gibi hissetmiyorum kendimi.
Kandiller, bayramlar, mübarek geceler benim Müslümanlığıma hep ters etki yapar. Tatlı bir tilavetle kıyamda durmak, imamın arkasında secdeye varmak yüreğime ağır gelir.
Ben kendimi bu türden bir Müslümanlığa ikna edemem. Bunun bir sürü nedeni var elbette.
Böylesine mübarek gecelerde kendimi avucunda bazalt bir taşı sımsıkı tutan ve tozlu kirpikleriyle ufka bakan kimsesiz o Filistinli çocuklar gibi öfkeli hissederim.
Gazze’nin morglarındaki çelik alaşımların serinliği tüm bedenimi kuşatır. Yüreğim katılaşır, dinden imandan kaynaklı bütün o ulvi duygularım donar. Dilim dönmez gözüm hiçbir şeyi görmez olur.
Minarelerden okunan o efkârı sahte ezanlar, beyhude kılınan o namazlar, sonu oburluğa dönüşen o oruçlar, yapılan o dünyevi dualar, politikacıların boş temennileri gözümde giderek küçülür; anlamsızlaşır. Kendimi o Filistinli çocukların çaresizliğiyle baş başa bulurum. Ve yüreğimdeki isyan o saf Müslümanlığımı sarsacak derecede büyür. Bir yerlerde hayatın sahtekârlığına çıkmış bu Müslümanlıktan çok daha yüce bir şeyler olduğunu hissederim.
O isyanın hızıyla; “Sizin dinden, imandan, tanrıdan, ahlaktan anladığınız şey buysa alın o Müslümanlığınızı başınıza çalın. Benim inandığım Müslümanlık böyle bir şey değil. Mazlumun, hakkı yenilenin, ezilenin, yurdu işgal edilenin yanında tanrı adına riyasızca durmaktır benim Müslümanlıktan anladığım." diye fısıldarım.
Onun için şu mübarek gecede selamete ermiş Müslüman numarası yapamam. Ölüme ve açlığa terk edilmiş Filistinli Müslümanların morglarda hissettiği soğukluk gibi ben de bu mübarek geceye soğuğum.

“Bir köpeğin seçme şansı yoktur. Köpek dışkılamak için çömeldiğinde bir karar verdiğini sanır. Asıl sorun şu ki, köpeğin sahibi o durumdan çok farklı değildir. Ya biz insanlar… Gerçekten hayatta bir seçim yapıyor muyuz yoksa doğduğumuz ânda her şeye karar verilmiş mi oluyor? Belli bir coğrafyada, belli bir zaman diliminde, belli bir tarih aralığında, farklı bir toplumda, farklı bir ülkede, farklı bir inanç sisteminde, farklı bir din setinde, farklı bir kültürde, farklı bir sosyal sınıfta, farklı bir ailede ve farklı bir DNA sarmalında iken gerçekten dışkılamak için çömelen bir köpekten farklı bir tercih yapabiliyor muyuz? O ânın yerel kanunlarına, töresine, etik anlayışına ve ahlak kurallarına bağımlı olarak doğduk. Bir insan olarak bu şartlarda gerçekte neyi seçebiliriz? Bizi kuşatan bu kaderden, içinde doğduğumuz bu hayattan kaçabilir miyiz?” Berlin Köpekleri filminden

Ülkedeki bütün muhalif sesleri susturmuş olduklarından geriye tek şey kalmıştı. Halkı inandırmaya çalıştıkları kendi yalanları. İşte 31 Mart yerel seçimlerinde tosladıkları şeyin özeti buydu. Artık politika ile ilgili ülke gerçeklerini yazıp dillendiren objektif yazarlar yok. Bunun anlamı halk desteği % 30’lara kadar gerilemiş bir iktidarın rotası yok. Referans alabileceği kendisine çekidüzen verebileceği söz yok. İktidar için sürüklenme devam edecek. Tıpkı ANAP örneğinde olduğu gibi gelecek seçimlerde iktidardan düşüp parçalanacaktır. CHP Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığında kaybede kaybede Özgür Özel ile kazanmayı öğrendiler.
CHP yerelde total aklı kullanıp yeni bir iktidar kurmayı başaramazsa, eski ideolojik saplantılarına geri dönerse yakaladığı bu şansı heba eder. Halkın artık % 65’i mevcut iktidarı istemiyor. Bu açık bir gerçek. Bu durum biraz siyaset bilen istatistiklere biraz aşina olan, gerçeklerden ürkmeyen her siyasal analist için öngörülebilir bir sonuçtu. Ama ülkede normal olan her şey o denli zemin kaybetti ki, bu sonuç hemen herkes için bir sürpriz oldu.
İstatistikte kuraldır; büyük olan her şey küçük olanı yutar. Ve bu gidişle % 65 % 35’i yutacak. Kısacası siyaset sosyolojisinde erimekte olana çare yoktur.

Damarlarımızda Aramco’nun yeşil petrolü dolaşıyor. Kalbimiz Mercedes Benz’in motoru gibi bayram heyecanıyla atıyor. Üstelik hiç aşı olmamış olmamamıza rağmen silisyum damarlarımızı içten çiziyor. Tırnaklarımız Karabük çeliği gibi uzamış, içlerine gres yağı doluşmuş. Keramet ehlisiniz zira sensörlere duyarlı vücut ısılarımız var. 37 dereceyi gören her orospu çocuğu ampul otomatikman yanıyor. Arabesk müziğe hiç gerek yok; artık otomobillerin motor sesinden markalarına göre bir melodi oluşturabiliyoruz. Ruganlarımız Petronas lastiğinden farksız. Soğuk asfalt griliği sevdiğimiz bir renk; kire pasa geliyor. Aracın lastik havası, yağı ya da yakıtı düştüğünde en yakın akaryakıt istasyonuna uğrayıp orucumuzu açabiliyoruz. Çalan her klaksonda çocukluğumuzun çekilmez plastik mızıkalarından bir parça var. Bu aşamada bir otomobilin mekanik ihtiyacı ile bir insanın fiziksel ihtiyaçları benzeşiyor. O halde otomobil insanın zamana karşı yarışan bir parçası mıdır, yoksa insanın kendi elleriyle kurduğu modern hayatın köle İsaura’sı mıdır? Her şey o kadar iç içe geçmiş ki, göz kapaklarımız otomobillerin cam sileceği, egzozlardan çıkan kara dumanlar gastrit çıktısı gibi. İşte manevi açıdan tam da böyle bir ramazanım oldu. Aşk ile bir daha tekrar edin bakayım. “Ananas da en az hurma kadar, penguen de en az deve kadar mübarektir!”
Bayramınız mübarek olsun.

Nasıl, henüz küçük birer çocukken Çingenelerin mahalleden kaçırdığı, kolunu ayağını kırıp dilenci yaptığını düşündüğünüz ama hayatın normal akışında ikide bir papaz olduğunuz ve en çekilmez anlarında onları kahpe bir pusuyla ya da fare zehiri verip ortadan kaldırmayı düşündüğünüz akrabalarınız bu bayram sabahı eli kolu yerinde sağ salim, egoist görünümlü tıka basa dolu bavullarla tekrar size geri döndüğünü görünce mutlu oldunuz mu?

Afrika’daki bazı kabile şeflerinin söylediğine göre kimlik, ehliyet, pasaport vs. gibi resmi gereklilikler dışında fotoğraf çektirmek ruhunun başkaları tarafından çalınmasına müsaade etmektir. Bu tuhaf sözü duyduğum günden beri fotoğraf çekilmekten imtina ediyorum.


Uyarı: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple eser sahibinin onayı olmaksızın yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi hukuken yasaktır. Bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı kanun hükümlerine tabidir.

6 Nisan 2024 Cumartesi

MERKEZ SAĞ ÖLDÜ AMA SİYASAL İSLAMCILAR SELASINI OKUMADILAR - 100

Her insanın sadece kendisine sakladığı karanlık bir yüzü var. Sanırım benim karanlık yüzüm Trabzonspor taraftarlığım. İçimdeki eli mızraklı Makron Trabzonspor’un her haksızlığa uğradığını düşündüğüm durumlarda ortaya çıkıyor. İşin ilginç tarafı eli mızraklı o Makron savaşçı iktidarın ekabirlerine sataştığında bu insanların hoşuna gidiyor. Ne zamanki o mızrak yere yatırdığı iki Trabzonsporlu futbolcuyu döven bir Afrikalıya yöneliyor o zaman durum değişiyor. Öteden beri yaptığım siyasî analizler, sosyolojik gözlemler bazılarının gözünde ucuzlaşıyor. “Demek sen o kadar da iyi bir yazar değilmişsin, iflah olmaz fanatik bir Trabzonsporluymuşsun! Bak adama yamyam dedin! Seni takip etmeyi bırakıyoruz.” Yani savaşçı bir Makron mızrağı Romalılara çevirdiğinde mesele yok ama Romalılar adına savaşan bir Afrikalıya çevirdiğinde kıyamet kopuyor.
Aklıma II. Dünya Savaşı’nda Afrika’da El Alameyn muharebesinde Nazilerin askeri üssünü basıp savaşın gidişatını değişen İngiliz askerlerin profilleri geliyor. O askerlerin sivil hayattaki mesleklerine, karakter özelliklerine baktığınızda şöyle dersiniz. “Koca İngiliz ordusu bu muharebeyi bu adamlarla mı kazandı?” Birisi İngiltere taşrasında basit bir musluk tamircisi, bir diğeri İrlanda’da bir çiftçi, bir diğeri Londra’da temizlik görevlisi vs. Ama sırf o işi başarmak için eğitim almışlar.
Şunu demeye çalışıyorum. Evet, iflah olmaz bir Trabzonspor taraftarıyım. O yazıları, hiç umurunuzda olmayan edebi eserleri de ben ürettim. Elimde bir mızrak olsaydı ve iki Trabzonluyu yere yatırmış o yamyamın yanında olsaydım hiç acımadan mızrağı sırtına sokardım. Hiç şakam yok! Ben bugün bir şey görmüyorum. 40 küsur yıldır gördüğüm şeyin ne olduğunu tarif ediyorum sadece. Ve o 40 yılın sonunda 40 bin Trabzonsporlunun bir ağızdan “Ananın ….. ….. Fenerbahçe!” diye bağırdığını gördüm. Ve bu benim bu hayatta gördüğüm en sahici birkaç şeyden birisiydi.

Yayıncı bir arkadaşım var. Aslen Kerkük Türklerinden; hafif çölde yanmış gibi bir hali var. Ben ona “Arap büyücü!” diyorum. Bazen telefonda ordan burdan konuşuruz. Birgün beni aradı. “Hani sen gelmiyor musun?” diye sordu. “Nereye gelmiyor muyum?” “Nereye olacak Ayasofya’nın açılışına!” “Ben öyle şov kokan işlerde yokum.” dedim. “Hainsiniz oğlum siz!” Dili “hain” diyor bana ama kalbi benimle sırnaşıyor.
Aradan uzun bir zaman geçiyor. Bunun Amerika’da yaşayan ağabeyi hükümete verip veriştiriyor. Yok hükümet öyle; yok bakanları böyle yapmış, diye sosyal medyada havadan sudan bir şeyler çiziktiriyor. O zannediyor Türkiye de Amerika gibi fikir özgürlüğünün olduğu bir ülke. Tabi Amerika’dayken yazdığı şeyleri unutuyor. Türkiye’ye dönüyor. Ağabeyinin hiçbir şeyden haberi yok ama Fahireddin bunu kara listeye almış. Derken polisler havaalanında palas pandıras yakalıyorlar adamı. Ayasofya’ya elinde seccade ile yaylana yaylana giden bizim eleman İstanbul trafiğini aşıp soluğu havaalanında alıyor. Adamların hiç şakası yok; hükümete hakaretten tutuklanacak ağabeyi. Neyse yalvar yakar valiz çanta ağabeyini tarafsız bölgeye güç bela gönderiyorlar. Yeniden vize, uçak bileti, Maraş dondurması derken ver elini Amerika. İspanya üzerinden uçarken saatler önce güneye uçan albatrosların tekrar kuzeye doğru uçtuğunu görüyor ağabeyi ve bir nebze olsun içi ferahlıyor. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra JF Kennedy havaalanına inip eski huzuruna kavuşuyor. Yine aradan belli bir zaman geçiyor. Hükümet ağabeyi hakkında iade kararı çıkarmış, ülkeye iadesini ve mahkemede yargılanmasını istiyor. Amerikalı merciler ağabeyinin yaptığı yorumların tercümelerini okumuşlar ve Türk yetkililere suç sayılabilecek herhangi bir şey olmadığını söylemişler. Ve eklemişler; Twitter insanlara bu türden ucuzca suçlama yapmak için kurulmamıştır. İla ahir komediler.
Bu dostumuz geçenlerde beni aradı. Uzun uzadıya bu olayı anlattı. Ağabeyi Amerika’da mahsur kalmış. Annesini babasını dostlarını özlemiş ama hapse düşme ihtimali olduğu için gelemiyor. Hükümetin değişmesini ve yeni bir özgürlük dalgasının başlamasını bekliyorlarmış. Ben de ona “Sen Ayasofya’ya bi daha git, ağabeyin için de dua et, orası mübarek bir yerdir, duaların kabul olur.” dedim. Gülüyor tabi. Muhabbetin sonunda aslında “O kadar da hain değilmişsin!” demeye getiriyor. Ben de ona “O kadar acele etme, yakında beni en büyük vatansever ilan edeceksiniz.” dedim. Yüzü gülüyor ama biliyorum ki içi kan ağlıyor.

Tanrı melekleri aracılığıyla indirdiği kutsal kitaplarla insanlara ahlak vaaz eder.
Bilimadamları icatlarıyla, felsefeciler düşünceleriyle, teorisyenler teorileriyle inşalara başka şeyler söyler.
Ozanlar türküleriyle, şairler şiirleriyle insanın varoluş sancısına dair birşeyler söylerler.
Kanunlar ise konuşmazlar; onlar insandan sessizce itaat etmesini beklerler.
Modernliğin insan ruhunda sebep olduğu endikasyonlara dair iyi yazarlar romanlarıyla, hikâyeleriyle, denemeleriyle bambaşka şeyler söylerler. İşte bu yüzden ciddi bir yazarın insana dair söylediği sözle peygamberlerin, azizlerin, ermişlerin söylediği sözler aynı sahaya ilişkindir. Sözü tanrısal kılan ve çoğu yazarın farkında olmadığı şey işte bu sahadır.
Bir insan tanrının kesin sözüne, bilimadamlarının yasalarına tahammül edemediği ölçüde Neşet Ertaş’ın Şaman ayinlerinden farksız türkülerini dinler, Gabriel Garcia Marquez’in romanlarını okur.

Kendimize dürüst olalım. Filistin konusunda sosyal medyada yayınlanan filtresiz görüntüler, yapılan haberler tıpkı iç siyasetteki o çekilmez ve çaresiz durum gibi Müslüman duyarlılığımızda en kritik noktayı çökertti. Diğer bir deyişle modern hayatın bize sunduğu konfor alanı bu trajedi karşısında bizi epeyce duyarsızlaştırdı. Artık birçoğumuz o görüntülere tahammül edemiyoruz. Siyonist İsrail’in Gazze’de yaptığı Filistinli Müslüman katliamlarını sonuna kadar izleyemiyoruz. Zira bir katliam bitmeden bir diğeri başlıyor ve bu durumun bir çaresi de yok gibi. Bu durumda ahlaklı Müslüman olma vasfımız, insan olmaktan neşet eden vicdanımız hiçbir işe yaramıyor. Gazze’de yaşanan vahşet karşısındaki edilgen tavrımız bizi tarih önünde Müslümanlığı işe yaramayan, hiçbir ciddi yaptırımı olmayan işe yaramaz budalalara çeviriyor. Kısacası Siyonizm Gazze’de sadece Filistinlileri değil ekran başında o görüntüleri izlemekten imtina eden Müslümanların da vicdanını öldürüyor.

Bu yerel seçimler öncesinde beni şaşırtan şeylere dair.
Hemen her parti belediyeleri yönetmeye talip ama hiç kimse oturduğu apartmanı şöyle dört başı mamur bir şekilde yönetmeyi, en azından medeni cesaretini kuşanıp apartman yönetimine katılmaya tenezzül etmiyor.
Meselâ benim yaşadığım ilçede yığınla mekân düzenleme sorunu mevcut. Hiçbir insan evladı bunları kamuoyunda gündeme getirmeyi, yerel yönetimden çözüm talep etmeyi akıl edemiyor. Ama aynı ilçede belediye başkanı ya da mahallede muhtar olmayı iştiyakla arzu ediyor. Yönetilmeyi bilmeyenler ya da yönetime katılmayı akıl edemeyenler garip bir şekilde yönetmeye talipler.
Meselâ bütün o belediye başkanı adaylarına, encümen üyelerine, muhtar adaylarına yönetim ve organizasyon konusunda –geçtim modern teorisyenleri— birkaç klasik teorisyen ismi ve eseri söyle, diye bir sual sorsam afallayıp kalırlar. Ama bir şekilde belediyeleri mahalleleri köyleri yönetmeye talipler.
Meselâ ben bir süredir çalıştığım kurumda neredeyse ölülerle, hayalet isimlerle, yönetime katılma konusunda gönülsüz insanlarla işleri yürütmeye çalışıyorum. Yönetime katılmayı, olumlu icraata destek vermeyi bir zaaf, bir yenilgi gibi gören sığ bir anlayışla boğuşuyorum. Ama onlara ‘gel bu kurumu sen yönet, buna sen layıksın, diye bir öneride bulunacak olsam buna dünden razılar. Yani yönetimin hiçbir aşamasında bulunmadan, bir kurumu yönetme konusunda sabır gösterip belli bir tecrübe edinmeden herkes yönetmeye talip. Hakkıyla yönetilmeyi, yönetime katılma sabrını göstermeden yönetici olmak için can atıyor olmak gerçekten bana çok tuhaf geliyor.

Centilmen bir seçim olsun, seçim günü ülkede hoşgörü hakim olsun, kaybeden adaylar kazanını tebrik etsin, kazanan Türk demokrasisi olsun, diyeceğim ama çok iyimser ve boş bir temenni olacak. Yine aynı teraneler tekrar edilecek; sandıklar basılacak, önceden provası yapılmış hileler devreye girecek, seçim kurullarında bul karayı al başkanlığı numaraları dönecek. İktidar sandıkta kaybettiğinde her şeyini kaybedecekmiş gibi bir havada seçime gidecek. İstanbul düşerse Kudüs, Mekke düşer, sloganıyla hareket edecekler.
Esasen klasik anlamda demokrasi “Atina’nın çöpünü kim toplayacak, kaldırımlarını kim düzenleyecek” meselesidir. Ama sıradan insanlar için İstanbul’un, Ankara’nın çöpünü kimin topladığının, kanalizasyon sistemini kimin yaptığının herhangi bir önemi yoktur. Asıl sorun birilerinin o işleri hakkıyla yapıp yapmadığıdır. Bizde siyasetteki esas açmaz o sıradan işler üzerinden devlete hakim olma ve kendi siyasî ideolojine alan açma ve onu iktidarı üzerinden topluma empoze etme kurnazlığıdır. Yerel seçimleri ehemmiyetli kılan husus tam da budur. Çünkü bizdeki siyasî partilerin kültür, sanat, eğitim, spor vs. hayatın diğer alanlarında üniversal anlamda değer üreterek iktidar olma yetileri yoktur. Sadece iktidarın kendisine talip olarak dolaylı yoldan o alanları da işgal etme eğilimindedirler.

Oruç sadece fiziksel anlamda insan anatomisinde belli bir ayıklama yapmaz. Oruç insan bedeninde yaptığı biyolojik ayıklamanın bir benzerini zihin dünyasında da yapar. Hakkıyla tutulmuş bir oruç insanın hayata ve dünyaya dair bildiğini zannettiği birçok şeyi yeniden sorgulamasına kapı aralar; çok daha derin bir kavrayışla onları en baştan anlamlandırmasını sağlar. Orucun ilk etapta fark edilmeyen ama gerçek bir Müslümanı ilgilendiren yönü tam olarak budur; fiziksel değişime bağlı olarak zihinsel dünyada yaşanan -bir tür eliminasyon- değişim. Bu açıdan bakıldığında oruç insandaki fazlalıkların elenmesine, gereksiz yüklerin, bagajların atılmasına sebep olur. Bir ay boyunca hem fiziksel hem de zihinsel bir arınmadan sonra oruç insanı kritik bir eşikte bırakır. Artık o eşikte oruç tutan Müslümanın zihin dünyasında bir inanç olarak kökleşmiş ilkeler mevcuttur. Müslüman yüksek ahlak, erdem, dürüstlük, iyilik, sadakat gibi o en dipteki ilkeler üzerinden yeniden doğar. Aktüel hayata o köklü ilkeler üzerinden reaksiyon vermesi ve yaşadığı hayatı ahlaktan, erdemden, iyilikten yana ıslah etmesi ve demlemesi beklenir. Şayet oruç tutan bir Müslüman zihnindeki fazlalıkları atıp köke inemiyor ve oradan yeniden doğamıyorsa bu ibadeti hakkıyla yapamıyor demektir.

31 Mart yerel seçimlerinin sonuçlarına dair umumi manzara;
Yerel seçim sonuçlarının genel görünüşünden ortaya çıkan çok net bir durum var; Türkiye AKP’nin 22 yıllık iktidarında yaşadığı politik değişim ve toplumsal dönüşümle bambaşka bir yere evrildi. Evrildiği yerde halkın politik tercihleri öngörülebilir değildir. Bu çok net bir olgu.
İktidarın uzun bir süredir ülkeyi muhasebesizce yönetmesinin halktaki karşı reaksiyonu merkez sağın klasik kaypaklığı olarak nüksetti. Bunun en çarpıcı örneği ANAP’ın ve Doğru Yol Partisi’nin merkez sağdan hatta DSP’nin siyasetten silinmesiyle gerçekleşmişti. Bu yerel seçimlerin sonuçlarından anlaşılan şey mevcut iktidarın da aynı yola girdiği şeklinde. Halk ülkeyi yoran ve sürekli kendini tekrarlayan bir iktidarı tasfiye ediyor.
Yukarıda da söylediğim gibi ülke sosyolojisi hızla değişiyor. Seçmen taşra kafalı mukaddesatçı politikacıların hayatın gerçeğini ıskalayan boş retoriklerinden usandı. Bu yüzden sandıktaki tercihlerini farklı partilere yönlendiriyorlar. Eski tip maço politik tavırlı politikacıların değişen sosyolojide karşılığı yok. Bu çok net!
Bu yerel seçimlerde halk sandıktaki tercihiyle iktidarın gücünü eritti. CHP’ye ülkenin siyasî geleceği konusunda yeşil ışık yaktı. Bu siyasî tabloya göre iktidar ülkeyi yönetme konusunda artık başına buyruk davranamaz. Ülkede dikkate alması gereken ciddi bir muhalif blok var. En azından yerel iktidarda durum bundan ibarettir.
Bu yerel seçimlerin sonuçlarındaki en dramatik olgu; seçmenin sandıkta MHP’ye ve İyi Parti’ye kestiği ağır faturadır. Cumhur İttifakı içindeki MHP’nin ülke meseleleriyle ilgili mesuliyetten uzak tavrı ve İyi Parti’nin ulusal politikadaki belirsiz durumu sandığa yansımış görünüyor. İyi Parti’deki irtifa kaybı tahmin edilenden çok daha büyük ve düşündürücü.
Yeniden Refah Partisi’nin % 6’ya yaklaşan oy oranını iktidardan kopan seçmen kitlesinin yeni bir yönelimi olarak değerlendirmek mümkündür.
Kısacası bu yerel seçimin açık ara galibi büyükşehir belediyelerinde oy oranını artıran CHP’dir. Son genel seçimde % 52 oy oranıyla meclis aritmetiğini domine eden AKP ise % 16’lık bir düşüşle epeyce gerilemiş görünüyor. Ülkede kronikleşen sorunlar devam ettiği sürece AKP’nin parıltılı iktidarı tıpkı ANAP gibi, DYP gibi merkez sağdaki seçmenin kaypak tavrıyla buhar olacak. Bu seçimlerin sonuçlarından anlaşılan şey budur.
Bu yerel seçimlerde bir varlık gösteremeyen Saadet Partisi’nde genel başkanlık ve yönetim düzeyinde ciddi bir değişim kaçınılmaz görünüyor.


Uyarı: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple eser sahibinin onayı olmaksızın yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi hukuken yasaktır. Bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı kanun hükümlerine tabidir.

18 Mart 2024 Pazartesi

MERKEZ SAĞ ÖLDÜ AMA SİYASAL İSLAMCILAR SELASINI OKUMADILAR - 99

İnsan dünyaya hiçbir şeyi olmadan gelir. Sonra sahip olmak için dünyadaki her şeyin peşine düşer; iyice yorulup onlara sahip olamayacağını anladığında bütün o şeylerden vazgeçer. Ve insan bu dünyadan hiçbir şeye sahip olamadan ölüp gider. Gittiği yerde ise dünyada peşine düştüğü, sahip olamayacağını anladığında vazgeçtiği ve kendisiyle getiremediği her şeyden hesaba çekilir.

Fenerbahçe’nin futboldaki imtiyazı cumhuriyetin en büyük hukuk meselesidir. Bu mesele hallolmadan bu ülkede ne siyasette ne hukukta ne de iktisadi sahada ne de sosyal alanda adalet sağlanamaz. Cumhuriyette Fenerbahçe'ye tanınmış bu imtiyaz ülkedeki birçok meselenin de özünü teşkil ediyor. Trabzonspor’un şampiyon olması ya da şampiyonluk yarışında gerilerde kalmış olması bu trajik gerçeği değiştirmiyor. Anayasa ve kanunlar önünde her gerçek ya da tüzel kişi eşittir. FİFA disiplin talimatı profesyonel futbol liglerinde mücadele eden her takımı ve oyuncusunu aynı derecede bağlar. Fenerbahçe adına Mert Hakan Yandaş’a tanınan imtiyaza ya her Türk futbol takımının futbolcusu sahiptir ya da o imtiyaz hiç kimseye tanınmayacaktır. Trabzonspor önümüzdeki pazar günü bu müesses kibirle, adı konulmamış bu imtiyazla yüzleşecektir. Biz Trabzonsporlular olarak bu meseleye böyle bakıyoruz. Trabzonspor camiasının sahip olduğu futbol kültürü, adalete ve eşitliğe olan inancı bu küstahlığa haddini bildirecek güçtedir. Futbolda imtiyazlı şımarıklıkla adaletin finalini izleyeceğiz pazar günü. Ve o şımarıklığın icabına bakacağız. Size bu ülkede bu kadar küstahlaşma hakkını hangi merci, hangi kanun veriyor?

“Her ne kadar siyah bir taşın etrafında boş boş dönüyor olmak insanın aklına yatmıyor olsa da şöyle birkaç tur dönünce o siyah taş insanın aklını başından alıyor. Her tur atışında kendini Neptün'le, Uranüs'le, Satürn'le Plüton'la birlikte dönüp uğulduyor gibi hissediyorsun.” Kâbe’yi tavaf eden bir Müslüman’ın sözü

Trabzon’un aksine İstanbul insanı ya kusar ya da hiç çiğnemeden yutar. Sonra tıpkı Londra gibi kirli ve karanlık bağırsaklarında öğütüp işe yaramaz posaya çevirir. Zamanını ve enerjisini yüksek bedelle tüketir. Geriye bir ömür korkarak yaşamış bir insan cesedi kalır. O cesedi de gömmek için “köy” diye aşağıladıkları taşraya gönderirler. Komedi şu ki İstanbul’da Bakırköy, Kadıköy, Mecidiyeköy, Çengelköy, Hadımköy, Kurtköy, Sefaköy, Arnavutköy, Feriköy vs. yığınla köy adı vardır. Mübarek gündür. Tanrı sırf size böyle bir musibet vermediği için bile ona dua edebilirsiniz.

Arada şöyle göz ucuyla Saadet Partisi’nin belediye başkanı adaylarının profillerine bakıyorum. Yani “şu boş adam!” diyebileceğim tek kişi bile yok. Her biri siyasetin mutfağından yetişmiş; ülkede yaşanan onca şeye rağmen ideallerini terk etmemiş pırıl pırıl insanlar. İşin enteresan tarafı Saadet Partisi ilk kez bu adayların bazılarının söylediği türkülerle insanların kederine, hüznüne, efkârına ortak oluyorlar. Benim öteden beri ısrarla söylediğim insanın diline inmek, hayata ve toprağa temas etmek tam da buydu. Şimdi bakıyorum Saadet Partisi Bursa adayı İkram Akkaya, Trabzon Ortahisar adayı Ümit Çebi efkârla türkü çığırıyor. Ve gayet güzel de söylüyorlar. Saadet Partisi belediye seçimlerinde kazanır, kaybeder çok önemli değil. Ama insana bu denli sahici bir şekilde temas ediyor oluşu benim açımdan çok önemli. Dediğim gibi; Saadet Partisi’nin birçok yerde pırıl pırıl adayı var. Gözünüz kazanacağına kesiyorsa oy verirsiniz. Kesmiyorsa en yakın CHP’li adaya mührü basın gitsin. En azından diğer tarafta kilisede de adamımız var, deriz.

İrticalen Yahudi; Gazze’de Siyonizm’in yaptıklarını düşünmez; elinde bayrak belinde şemsiyeyle seçim meydanlarında oynar.
İrticalen Yahudi; çünkü onun reyiyle kazanmış bir iktidar hiçbir şeyden mesul değildir.
İrticalen Yahudi; çünkü demokrasiden galip çıkmayı uhrevi açıdan selamete ermişlik zanneder.
İrticalen Yahudi; ülkede insanlar arasında genel bir hoşnutsuzluk iklimi hüküm sürerken o iktidarın yanında yöresinde olmaktan mutludur.
İrticalen Yahudi, rahmetli Necmettin Erbakan’ın siyasî dehasına inanmadı, diğerlerine hiç inanmaz.
İrticalen Yahudi, yaşından başından Müslüman sakalından, şaltaklı şalvarından utanmıyor, zalimliği tescilli bir güruh lehine palyaçoluk yapıyor.
İrticalen Yahudi, aklınca Yahudi’nin sermayesi ile kurulmuş bir iktidara besmele çekip rahmet okuyor.
İrticalen Yahudi, çünkü Siyonizm’in eşşeğini türkü söyleyerek güdüyor.
İrticalen Yahudi, çünkü onun ilmihali aşmayan Müslümanlığı içi saman dolu atmaca gibi.
İrticalen Yahudi; çünkü “O Yahudi bir bunak değilse bile Yehudalık da mı yok onda.”

Evet konumuz ramazan. Siyasal İslamcıların siyasetteki keyfi icraatları ve sorumsuz sözleri yüzünden bu ülkede insanlar dinden, imandan iyice soğudu. Soğumakla kalmadı kuru ahlakçılık yüzünden insanlar dinden nefret eder oldular. Ee haklılar da.
Ben meselâ; son yıllarda diyanetin hoşaf hutbeleri yüzünden Cuma namazı kılmıyorum. Daha doğrusu kendimi bir türlü Cuma namazı kılmaya ikna edemiyorum.
Aynı konsantrasyon kaybını ramazan ayında teravih namazlarında da yaşıyorum.
Diyanetin tilaveti bozuk matruş hocalarının arkasında namaz kılmak bana manevi açıdan hiçbir şey katmıyor. Bu yüzden camilerde namaz kılmayı bıraktım.
Ama dünya bu ülkeden ibaret değil.
Meselâ Amerikalı Müslümanlar New York’ta Time Square’da sokak ortasında seccadelerini teravih namazı kılıyorlar. Kimse de onlara ne yapıyorsunuz, burası mescit mi, diye sormuyor. Orada olsaydım teravih aksatmazdım.
Siyonistlerin işgalinden kurtarılmış bir Mescidi Aksa’da, Mescidi Nebevi’de, Kurtuba Camiinde ve Ayasofya’da teravih namazı kılmak isterdim. Yani bütün ramazanı dünyanın 30 farklı camiinde dolaşarak bir ramazan geçirmek isterdim. Çinli Müslümanlarla Çin Seddi’nin üzerinde, Hintli Müslümanlarla Taç Mahal’de falan.
Kesmiyor beni Diyanet’in tilaveti bozuk hocalarının arkasında namaz kılmak. Konsantre olamıyorum, aklıma diyanetin Mercedes marka makam otomobilleri düşüyor, günahkâr oluyorum.

Benim bu topraklardaki yerliliğimin önemli bir cüzü de sahip olduğum Müslümanlığımdır. Onun için bugün tepemizde devletçilik, iktidarcılık, demokrasicilik, Müslümancılık tiyatorası oynayanlar bütün onları benim külahıma anlatsınlar.

Dünyaya ve hayata küskünlüğümüzün nedenlerine inmeye çalışalım biraz.
Küçük bir çocukken camide hocadan öğrendiğimiz o dualarla cennet ve cehennemin varlığını kabul ettik. Birlikte dua okuduğumuz, “cennetin çocukları” olduğumuza inandığımız o çocukların bir kısmı büyüyünce ülkede siyasal İslamcılığın iktidarını kurdular. O çocuklar kendi cennetlerini kurup diğerleri için ülkeyi cehenneme çevirdiler. İşte bu çelişki görmüş geçirmiş bir yetişkin için tam bir haya kırıklığı.
İlk mektep sıralarında öğretmenlerin bize bellettiği Ünitemiz Türkiye'sindeki neşe ile günümüz küreselcilerin dünyasında kendi kaderine terk edilmiş insanın yaşadığı hayat her açıdan tam bir hayal kırıklığı.
Yine liseli yıllarımızda karşı cinse yüklediğimiz aşırı anlam ile günümüz küresel dünyasında insanlara dayatılan cinsiyetçilik olgusu çekilmez derecede bir çelişki. Yani gelişen porno endüstrisi saf türkülerimizi paslı birer demir gibi büktü. Karşı cins artık olağan bir şüpheli. Feministler kına yaksınlar!
Üniversite yıllarında amfilerde zihnimize boca edilen o cafcaflı teorilerle küreselcilerin her şeyini kuşattığı günümüz dünyası yaşanabilir bir yer olmaktan çıkalı çok oldu. Madem hayat bu denli sıradan bir gerçeklik üzerinden akıyordu, madem politikacılar bu denli vasat insanları kandırıp işleri yürütebiliyordu biz ne diye gençliğimizi o teorileri öğrenip zihnimizi yorduk. En çok da bu aldatılmışlık insanı kahrediyor.
Üniversitelerde ülkemiz uzaya çıkacak gibi teori ezberledik. Sonra onlara hiç gerek yok, biz zaten Toroslardan bir Yörük çobanını uzaya gönderdik dediler. Ezcümle; iyi bir eğitim almış olmak, ahlaklı bir insan olmak bu ülkede elimizde patladı. Onun için şimdiki aklım olsaydı asla okumazdın, ahlaklı bir insan olmaya çalışmazdım. Narkotik işine girerdim ve adımı televizyon kanallarında duyardınız.

Fenerbahçe’nin başkanı Ali Koç’un açıklamalarıyla ilgili olarak;
Gayet makul bir açıklamaydı. Fenerbahçe camiasını sağduyuya davet etti.
Gerekirse ligden çekilip bir alt ligde oynayabileceklerini ima etti.
Maalesef çok geç kalınmış bir karar bu. Fenerbahçe o malum vakıadan sonra bir alt ligde oynayıp cezasını çekmeliydi. Ve tekrar Süper Lig’e dönüp bütün futbol kulüpleri nezdinde sadece futbol oynayan, futbol dışında hiçbir şeye tenezzül etmeyen her camianın saygı duyduğu bir kulüp olmalıydı. Ama onlar bunu yapmadılar. Yapmadıkları için de kimse onlara saygı duymadı. Böyle devam ederlerse kimse de saygı duymayacak.
2010-11 yılının şampiyonluk kupasını Trabzonspor’a vermeleri gerekir. Trabzonspor’dan ve tüm Türk futbol camiasından resmi bir dille özür dilemeleri gerekir. Bir alt ligde 1 yıl geçirip hak ederek tekrar Süper Lig’e çıkarlar. Hah ondan sonra Fenerbahçe ile sadece futbol oyun kuralları içinde derbi oynarız, kazanırız, kaybederiz, berabere kalırız, birbirimize takılırız. Her iki kulüp taraftarı medeni bir şekilde deplasmana gider gelir. Hepsi bir şekilde hallolur. Onlar hiç mesele değil. Ama bu şekilde Trabzonspor Fenerbahçe’ye asla saygı duymayacak ve konu asla futbol olmayacak. Ve dahası o yamyamların Trabzonspor taraftarlarına attığı yumruklar yanlarına kâr kalmayacak. O yamyamları Ali Koç bile kurtaramayacak. Ben yazayım burada, siz yine bildiğiniz gibi oynamaya devam edin. Çünkü bu artık futbolla ilgili bir konu olmaktan çıkalı çok oldu. Dahası bu ülkede Trabzonluların nelere kadir olduğunu Fenerbahçe başkanları çok iyi bilirler.


Uyarı: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple eser sahibinin onayı olmaksızın yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi hukuken yasaktır. Bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı kanun hükümlerine tabidir.

8 Mart 2024 Cuma

MERKEZ SAĞ ÖLDÜ AMA SİYASAL İSLAMCILAR SELASINI OKUMADILAR - 98

En baştan alalım.
Batı medeniyetine alternatif adaleti ve ahlakı merkeze alan bir medeniyet tasavvurları yoktu. Çünkü bu son olarak rahmetli Necmettin Erbakan’ın D-8’le denediği ama dünyadaki müesses nizamın müsaade etmediği oldukça meşakkatli bir teşebbüstü. Türkiye’deki mevcut iktidar dünyadaki müesses nizama böyle bir şeye teşebbüs etmeyeceklerini vadederek iktidar oldu. İşte ülkede ve yakın coğrafyalarda yaşanan birçok meselenin mihenk noktası bu taahhüttür.
Biz kendi medeniyet projemizin kurucusu değil sizin güce ve imtiyaza dayalı medeniyetinizin taşeronu olacağız, anlayışı. Onun için bugünkü siyasal İslamcı iktidarın halka söyledikleri ile gerçekte yaptıkları çelişkili. Onun için Gazze meselesi dâhil hiçbir meseleyi sahiplenip ona kalıcı bir çözüm getiremiyor.
Demokrasilerin en büyük zaafı politikacılara bir toplumun kültürel vasatını ve tanrıyı istismar ederek sonsuza dek iktidar olma ve iktidarda kalma şansı veriyor olmasıdır. İşte siyasal İslamcıların iktidarı devrinde Türkiye’de yaşanan da bu türden bir istismardır. Ne derlerse desinler, ne yaparlarsa yapsınlar bu toplumda ciddi bir alıcıları mevcuttur.
Tekrar Filistin ve Gazze meselesine gelirsek; İsrail’in katliamlarına önce temkinli yaklaştılar. 85 milyonluk bir ülkenin ekonomik konforunu ve kendi çıkarlarını riske atmaktan çekindiler. Gazze’ye uzaktan selam çakıp İsrail’e karşı efelenmeyi denediler. Meselenin tarihsel geçmişine vurgu yapıp onu Avrupa ve Amerika’daki duyarlı halkların vicdanına ve protesto yürüyüşlerine havale ettiler. İçerideki protestoları da iktidar aleyhine dönüşmesin diye kendileri düzenlediler. İsrail ile ticareti kesmediler ama Filistin konusunda halka bol bol ağladılar. En son Yusuf Kaplan çıktı ve gaipten duyduğu “Hükümetimiz şu anda Gazze’de!” şeyi dillendirdi. Şunun pekâlâ farkındalar; iktidarın Gazze konusundaki tutukluğu halkta ciddi bir siyasal sinerjiye dönüştü. Yerel seçimler öncesinde bu sinerjiyi boşaltmak zorundalar. İşte bu maksatla Yusuf Kaplan gibi aydın görünümlü figürlerin ağzından hilafıhakikat şeyler fısıldıyorlar. Gazze konusunda Siyonist İsrail’in işgal politikası üzere o denli savrulmuşlar ki, geçenlerde Amerika’da İsrail büyükelçiliği önünde bir Amerikan askeri Aaron Bushnell, İsrail’i protesto etmek için kendisini yakmıştı. Bunların arasında o askere bile “kâfir!” diyenler çıktı.
Ezcümle, Müslüman olmanın çilesini bir kez terk ettiğinizde sonsuza dek şeytanın askerisiniz demektir. Hangi numarayı denerseniz deneyin, hangi yalanı söylerseniz söyleyin tanrı indinde resmi durumun değişmez.

Evde, işyerinde yanımızda yöremizde olan günlük hayatta kullandığımız eşyalar zamanla insanın gözünde ve zihninde bir ağırlığa dönüşüyor. Daha doğrusu sürekli aynı şeyleri gördüğümüzden onlara körleşiyoruz. Körleştiğimiz o şeyleri yeniden hakkıyla anlamlandırmak belli bir yaşa ulaşmış insanları yoruyor. Evde, kullanılmayan elbiseler, tekrar okumaya fırsat bulamayacağımız kitaplar, bir köşeye itilmiş mobilyalar; atmaya kıyamadığımız mutfak gereçleri zihnimizde ciddi bir ağırlık olarak kalıyorlar. Fazlalıklarıyla bizi yoruyorlar. İşte bu durumu fark ettiğim günden beri evde eskiyen her şeyi atıyorum. Yerine beni yormayacağını düşündüğüm gardırop, televizyon seti, portmanto, berjer (bunu da yeni öğrendim), yemek masası kanepe vs. alıyorum. Aslında bu hikâye bir Everest tırmanışı belgeselini izlerken başlamıştı bende. Katmandu’da bir otel odasında bir grup dağcının izlediği plazma televizyonun altındaki setin bizdeki klasik sehpadan çok daha iyi olmasına ikna oldum ve o anda sinirlerim bozuldu. Hemen gidip büyük bir plazma aldım, sonra bir tane de Katmandu’dakinden aşağı kalmayacak o televizyon setinden. Derken evdeki eşyaları değiştirme işi giderek büyüdü. Kütük ayaklı yemek masası değişti. Kaz tüyünden fildişi renkli bir kanepe düşünüyorum. İşin ilginci değiştirdiğim her eşya ile bir tür arınma yaşadığımı fark ettim. Meselâ yıllarca kötü bir çalışma masası üzerinde okuyup yazmıştım. Yani o kadar güzel hikâyeleri bu kadar çirkin bir masa üzerinde mi yazdınız, demesinler diye onu da değiştirdim. Ama çok daha kötüsünü almadığımdan emin değilim.

12 Eylül döneminde Yavuz Selim stadyumunda oynanan amatör futbol müsabakaları vardı. Hemen her takımda işe yaramaz çirkin bir 2 numara olurdu. Her avut atışında da oyun o tipsiz 2 numara ile başlardı. Onun topu oyuna sokma zekâsını tereddüdünü görmeden esas oyuna gelemezdiniz. O amatör müsabakalarda bile Uğurcan ile Denswill’in yaptığı amatörlük yoktu. En azından topu atan arkadaşını uyarır, seyirci ıslık eder, kulübe tepki verir. Trabzonspor golü yemiş Denswill hâlâ mektup yazmakla meşgul! Ya bu adamın ciddi bir mental sorunu var ya da Uğurcan ve Denswill sırf Tiktok’tan para kazanmak için bu organizasyonu birlikte tertip ettiler. Bunun ortası yok. Öteden beri söylediğim şeydir. Trabzonspor yönetimi bir an evvel Uğurcan’dan kurtulmalıdır. Trabzonspor gibi bir kulüp bu kadar lakayt bir kadroyu kaldırmaz. Tekrar ediyorum; Trabzonspor Tiktok’tan para kazanmak için gol yiyen sahtekârlarla dolu rezil bir takım. Trabzonspor takımdaki iktidar destekli egosu şişkin cücelerin bağırsaklarında öğütülüyor. Trabzonspor öncelikle kendini bi halt zanneden bu ikircikli cücelerden kurtulmak zorundadır. Yoksa sonu Sunderland’dan beter olur.

1997 yılında Bursa’nın en büyük işadamlarından biriyle çalışıyorum. Adam koca üniversitede sormuş soruşturmuş bula bula beni bulmuş. Ders notlarım da ortalamanın biraz üstüydü. Öyle notları süper bir öğrenci falan değildim yani. Nedenini bir türlü anlayamadım. Adam bana çok güveniyordu. O zamanlar adamın aylık geliri 7 milyar gideri 4-5 milyar civarındaydı. Bursa’da 500’e yakın dairesi varmış. TOFAŞ’ın hemen yanında bir tekstil fabrikası. Ofisine her gittiğimde TOFAŞ’ın içindeki test sürüşlerini izliyordum. Bütün gün patronla test araçlarının acı fren sesini işitiyorduk.
90’larda Görükle henüz küçük bir köydü. Orada 5 farklı öğrenci yurdu yapıyorduk. Emrimde 20 işçi bir bekçi bir de mühendis vardı. Bazı günler patron beni arabasıyla eve bırakıyordu. Her şey yolunda gidiyordu. Seyahatlerde bir arkadaş gibi patron her şeyini bana anlatıyordu. 12 yaşından beri üzerinde güneş doğmamıştı. Her sabah erken kalkıyordu, bütün işleri planlıydı. Verdiği hiçbir sözü yerine getirmezlik yapmazdı. Bir oğlu vardı, askerdeydi. Oğluna 100 bin dolar sermaye vermişti. Oğlu askerden döndüğünde kendi işini kursun istiyordu. Kızı Amerika’da bilmem ne üniversitesinde mastır yapıyordu. Adam şeker hastasıydı, karaciğerinde sorun vardı. “Şu gördüğün kutunun tanesi 5 bin dolar. Her ay Amerika’dan özel olarak gelir.” Bana eski Bursa günlerini anlatıyordu. Balıkesir yolunda at arabasıyla seyahat ettiği günleri, Bursa’ya geldiği ilk günü. Tütün işçiliği yaptığı çocukluk yıllarını. Ellerinin nasıl karardığını. Adamın bir tarafında Bursa köylüsü gibi taşralılık; diğer tarafında ise gayet modern ve rikkatli bir kişilik vardı. Benim onu anladığımı hissediyor ve bundan ziyadesiyle memnun. Çok ama çok sakin birisiydi. Üzerinde düşünülmemiş hiçbir sözü ve hareketi yoktu.
O sarı sıcak yazında Görükle köyünde müthiş bir kuş sürüsü vardı. Cıvıltıları zamanla çekilmez oluyordu. Sanki Antartika’da bir penguen kolonisi içinde mahsur kalmışsınız gibi hissediyordunuz. Bir de uzaklardaki ayçiçek tarlalarının sabah doğuya akşam vakti batıya dönüp renk değiştirdiği halleri beni çok etkilemişti. Diğeri insanın sıradan halleriydi.
Bir akşam vakti Görükle’de bir öğrenci yurdu binasının tablasını döküyorduk. Beton mikserlerinin biri geliyor biri gidiyordu. O gün yorgunluktan ayakta duracak halim yoktu ama gün de bir türlü bitmiyordu. Ustanın biri tabladan artan mikserdeki harcı binanın önündeki boşluğa boşalttırdı. “Sen ne yapıyorsun, kime sordun da o betonu yere boşalttın!” “Sana mı soracağım betonu nereye boşaltacağımı?” “Evet, bana soracaksın, o harç diğer binanın önüne dökülecekti.” (Şerefsiz 15 dakika daha fazla çalışmamak için yarım mikser harcı döktürüp heba etti.) Küfürleşmeye başladık. Derken birbirine girdik. Diğer işçiler araya girip olayı yatıştırdılar. Usta dediğim tam bir yamyam. Tek farkı elinde mızrak, kıçında yaprak olmaması.
Ertesi gün oldu, komünist bozuntusu bir mühendis var, sanki bilmiyormuş gibi olayı sordu. Ben de olduğu gibi anlattım ne halt yediğini. İş döndü dolaştı patronun kulağına gitti. Tuhaftır patron bana işin iç yüzünü sorma gereği duymadı. Yarım mikser beton için laf anlamaz bir cahille kavga ettim ama bizim patronun hiç umurunda değil. Adam sanki öyle bir şey olmamış gibi davrandı. Benim haklılığıma sahip çıkmadı. Yevmiye çetelelerini, demir tonaj fişlerini, depo anahtarlarını getirip Görükle’deki ofisine bıraktım. Eşyalarımı aldım ve Doburca’ya gittim.
Ertesi gün Sürmeneli Hasan eve geldi ve hışımla zili çaldı. “Metin oğlum, Tarık seni arıyor, neredesin sen?” “Hasancığım çalışmıyorum, arızalıyım.” “Oğlum sen delirdin mi, koca işadamını yüzüstü bıraktın. O işleri toparlayacak adam bulması en az iki ayını alır.” “Benim sorunum değil Hasan, yarın Küçükkumla’ya denize gidiyorum, geliyor musun gelmiyor musun?” “Konuyu değiştirme.” “Hasan, Tarık diye birisi yok artık. O benim için tarih oldu.” “Oğlum sen adam olmazsın.” “Doğru diyorsun, adam doğanların bir daha adam olması gerekmiyor.”
Bursa’nın en büyük ikinci işadamının arkamdan ettiği söz şuydu. “Hayatta her şeyi tahmin ettim ama Metin’in beni böyle yüzüstü bırakıp gideceğini hiç tahmin edemedim.” Zaten o olaydan bir ay sonra Bursa defterini de kapattım.

Modern dünyada iyiliğe – insanın iyi olma erdemli davranma hâli – bir yere kadar müsaade ediliyor. Bu haliyle iyilik modern toplumun en dibinde donup orada kristalleşen bir olgudur. Diğer bir ifadeyle modern toplumlar iyiliğin müesseseleşip devlet aygıtlarında ve iktidar gibi üst kurumlarda hükümferma olmasına daha ileri gitmesine izin verilmiyor. Bu haliyle de iyilik modern insanın fiillerine yansıyan bir şeyden çok hafızasında saklı bir menkıbe olarak kalıyor. Onun için iyilik – insanın iyi olma erdemli davranma hâli – modern insan için bir zayıflık, arızî bir durum (sahipsiz ve neticesi olmayan bir eylem) olarak algılanıyor. Diğer yandan kötülük modern toplumlarda bir kurtçuk gibi günbegün bünyeyi kemirip semizleşiyor. Ama kötülüğün bu hâli ila nihai bir durum değildir. Kötülük de zamanı geldiğinde o kurtçuklar gibi kemirdiği bünyeyle birlikte patlayacak ve toplumun en dibine çökecektir. İşte tam o noktada modern bir toplumda iyi insanların akamete uğrayan iyilikleri – iyi insan olma ve erdemli davranma halleri – birer menkıbe olmaktan çıkıp kristalleştiği yerden insanı ve hayatı yeniden demlemeye başlayacak. Ezcümle modern bir toplumda kötülüğün müesses varlığı yüzünden iyiliği baskılayıp hayatın dışına itiliyor oluşu geçici bir durumdur.

Kuru Otlar Üstüne filmine dair…
Anadolu’daki malum taşra kasveti, siyasal İslamcıların iktidarında itibarı kaybolan öğretmenlik mesleği, insana ait en saf hayallerin bile günümüzde nasıl bir suç unsuru olarak algılandığı gerçeği, küreselcilerin ev ödevi mahiyetinde filme eklemlenmiş ampute kadın özgürlüğü vs…
Filmin temposu çok düşüktü. Diyalogları zayıftı ve ses yönetimi çok kötüydü. Ses yönetmeni resmen uyumuş bu filmde. Filmde Andrei Tarkovski’nin sanat anlayışını çağrıştıran sahneler vardı. Nuri Bilge Ceylan’ın sabit bir kadrajla günümüz sinema izleyicisinin göz arsızlığını yatıştırma yöntemi artık bir klasik. Ama aynı sahnede söz uzayıp sabit kamerada ısrar edilince tempo çok düşüyor ve film Mobese görüntüsü gibi ucuzluyor. Sanat filminde de zamanı gelince sifonu çekmeli.
Tıpkı Ahlat Ağacı filminde olduğu gibi Nuri Bilge Ceylan bu filmde de sözü felsefeye sarıp gereğinden fazla uzatmış. Siyasal İslamcıların iktidarından duyulan memnuniyetsizlik, insanlardaki politik yılgınlık esas konu…
Nasıl ki biz yazarlar papağanlar gibi hep aynı şeyleri söyleyip yazıyoruz, yönetmenler de dönüp dolaşıp aynı filmleri çekiyorlar. Edebiyattaki belli konular etrafındaki kısır döngü sinemada da aynı sanatsal buhran olarak gün yüzüne çıkıyor. Kısacası Türkiye’deki sosyolojik yapıdaki konular edebiyatın, sinemanın, sanatın Şekspıryen bir düzeye çıkmasına mania teşkil ediyor.
Filmin adı Kuru Otlar Üstüne idi ama filmin neredeyse tamamı kar altında çekilmiş.
Filmi izlediğim için herhangi bir pişmanlık duymadım. Sanatta sıradan teşebbüslerle de karata gidilebileceği gerçeğini bir kez daha görmüş oldum. En azından Zeki Demirkubuz daha iyisini çekene kadar en iyisi bu film, diyebilirim.

Şair İsmet Özel’in hangi uzun yola çıkmaya hüküm giydiğini anlayamadım.
Gençler sayfalarında şiirlerini, afili sözlerini paylaşıyorlar ama o mest edici sözlerle İsmet Özel’in yaşadığı hayat örtüşüyor mu, diye düşünen neredeyse yok gibi? Tekrar soruyorum; İsmet Özel’in hangi uzun yola çıkmaya hüküm giymişti? Tokyo – Boines Aires tek yön ekonomi sınıfı uçmaya mı hüküm giymişti? Reykjavik – Kamberra uçuşu mu?
Benim bildiğim İsmet Özel tepeden tırnağa devletçidir. İstihbarat şairidir. Komünist numarası yapan eski bir muhbirdir. İsmet Özel bu ülkede gâvurluğunun sonuna kadar gitme cesareti gösteremediği için bugün Türkiye bu haldedir. Türkiye’deki siyasal İslamcılığın 20 yıllık ucube iktidar pratiğinden, hiçbir zaman uzun yola çıkma cesareti gösterememiş, şeytana çift dalamamış, İsmet Özel bizzat sorumludur.
Yıldızları görür yıldızlara secde eder, Ay’ı görü Ay’a, güneşi görür güneşe secde eder. Hani nerede şairin çıkmağa hüküm giydiği o uzun yol? E-5 mi, Londra asfaltı mı, hükümetin duble yolu mu, Çin Seddi mi, K-2 yolu mu, tam olarak neresi? İsmetperestler, bana cevap vermeyin zira size hiç saygı duymuyorum!

Soğuk Savaş dönemi sonrasında tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de merkez sağ öldü. Bizde Batılı anlamda bir toplumsal örgütlenme olmadığı için o alana siyasal İslamcı kılıklı liberal bukalemunlar çöreklendiler. Dünyadaki merkez sağı ise sözde çevreci Yeşiller, LBGT gibi dış güdümlü cinsiyetçi yapılar, küreselci karşıtı gruplar, küresel şirketlerin politikacı görünümlü CEO’ları istila ettiler. Bizdeki komedi şuydu. Merkez sağın ölümünün ardından iktidar olan siyasal İslamcılar ona bir sela okumayı bile akıl edemediler.


Uyarı: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple eser sahibinin onayı olmaksızın yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi hukuken yasaktır. Bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı kanun hükümlerine tabidir.

3 Kasım 2013 Pazar

TRABZON EVLERİ / MELİNOZ I



Uyarı: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple eser sahibinin onayı olmaksızın görsellerin bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi hukuken yasaktır. Görsellerin her türlü neşri, 5846 sayılı kanun hükümlerine tabidir.