12 Nisan 2024 Cuma

MERKEZ SAĞ ÖLDÜ AMA SİYASAL İSLAMCILAR SELASINI OKUMADILAR - 101

Kısaca bu duruma Ankara sendromu diyoruz. Başlangıçta demokrasiye inanmama; ama demokrasiyi kendi siyasî düşüncesini iktidara taşımak için bir araç olarak görme eğilimi. İktidara geldiğinde ise o ideolojinin yeterli olup olmadığına bakmaksızın ve de hukuku hiçe sayarak onu devletin resmi ideolojisinin yerine ikame etme gayretkeşliği. İktidarda işler sarpa sarınca giderek otoriterleşmek. İktidarına yapılan her eleştiriyi devletin varlığına yönelik bir tehdit olarak algılayıp en ağırından cezalandırmak. İktidardayken en büyüğünden en küçüğüne birer gaddar Romalı kesilmek; ama iktidarı kaybetmenin eşiğine geldiğinde ise diğer yanağını dönen yumuşak huylu İsevi’yi oynamak; diktatörlükten çark edip halkın iradesine vurgu yapmak ve demokrasinin hoşgörü iklimine sığınmak.

Ahmet Hakan’ın 120 bahiste ülke gerçeğini ıskalamış olmasına dair.
Ahmet Hakan’ın yüksek tirajlı gazetelerde – İslamcılığından çark etmiş bir günahkâr sıfatıyla – kendi çapında bir şeyler çiziktiriyor olmasına hiçbir zaman bir inandırıcılığı olmadı. Ama Türkçe’nin jöle katmanı seviyesinde yazdığı şeyler okuyucularının zihin konforunu bozmaz. Onlara “istersen kendine bir kadeh doldur, ben üzerime hafif bir şeyler alıp geleceğim.” tadında bir heyecan verir. Ahmet Hakan ülkede matbuatındaki fikriyatın nasıl yerlerde süründüğünün, beş para etmez kusmukların nasıl fikir diye halka dayatıldığının bir timsalidir.
Ama biz yine de şu mübarek günde onun için hayır murat edelim. Ahmet Hakan’ın köşesinde isabet ettirdiği her cümle için ona bir ecir vardır, her karavana atışında ise ona iki ecir vardır, deyip geçelim. Bunca isabetsiz icraatlarına rağmen siyasal İslamcıları mübarek kılan şey tam olarak budur.

Ve Saadet Partisi’nin bu yerel seçimdeki hal-i pür melaline dair…
Hemen bir fragman vererek izah edeyim. Hepiniz şose yollarda görmüşsünüzdür; üzerinden otomobil geçmiş kurumuş kurbağa postu. Bu yerel seçim sonucunda Saadet Partisi’nin durumu o kurumuş kurbağa postu gibi. Yeniden dirilip ötmesi, zıplaması çok zor.
Saadet Partisi Soğuk Savaş döneminin politikacıları elinde heder oluyor, demiştik. Oldu.
Saadet Partisi ülke gerçeklerine dair politika üretemiyor, iktidarın yanlış politikalarına tepki veriyor sadece ve bir bilinmeze doğru sürükleniyor, demiştik. Öyle de oldu.
Saadet Partisi sürekli geçmişte yaşıyor olmasına rağmen yakın geçmişteki hatalarıyla yüzleşmekten kaçınıyor, demiştik. Yüzleşmedi.
Bir makine mühendisinin ülke siyasetine dair beylik sözleri o gün için geçerli olabilir ama bugün koşullar çok farklı. Son 20 yılda her açıdan dönüşmüş bir sosyolojiye sahip Türkiye; bunun üzerinde derinlemesine düşünüp partinin siyasetini ona göre kurgulamak gerekir, demiştik. Dinleyen olmadı.
Din ve ahlak vaaz etmek ayrı bir şeydir; modern bir ülkenin meselelerini kavrayıp politikanın değişken olguları üzerinden halka izah etmek bambaşka bir şeydir, demiştik. Buna tenezzül dahi etmediler.
Saadet Partisi’nin çok övündüğü o geçmişini bir kenara bırakıp merkezde ve taşrada yeniden yapılanması gerekiyor, iktidar arayışını sadece siyasette değil diğer sahalarda da kurması gerekir, demiştik. Dikkate alınmadı.
Ülke ve dünya siyasetinde yaşanan değişimlerle ilgili yığınla şey yazdık, bu değişimlerin siyaset kurumunu nasıl etkilediğini tafsilatlı bir şekilde izah ettik. Maalesef dinleyen olmadı.
Kısacası Saadet Partisi yöneticileri bu hezimetin gelişini izlemekle yetindiler. Boş temenniler hiçbir işe yaramadı.
Bu yerel seçimlerde herhangi bir iddiasının olmadığını ise milletvekillerini belediye başkanı adayı göstererek ayan ettiler.
Bunun anlamı Saadet Partisi’nin dar bir klik dışında güvenebileceği, siyaset yapabileceği bir kadrosu yok. İnsanlar aptal değiller, sizin her sözünüzü, her hamlenizi milyonlarca akıl gözlemliyor ve ona göre bir karar veriyor.
Kısacası Saadet Partisi bu yerel seçimde uyguladığı yanlış politikaların sonucu olarak sandıkta haritadan silindi.
Şimdi her zamanki şey olacak. Hiç kimse bu hezimetin sorumluluğunu üslenip istifa etmeyecek. Vardır bunda bir hayır, denilip geçilecek.
Asıl kazanan bizleriz, denilip kendilerini manen temize çıkaracaklar. İşte tam olarak bu anlayış – iktidara miras kalmış bu sorumsuzluk – ülkeyi bu duruma getiren şeydir.
En çok da zamane Millî Görüşçüleri için üzülüyorum. Zira Saadet Partisi’nin kaybettiği her seçim sonrasında dünyanın sırrına ermişler gibi kahve içip tiyatora izliyorlar. Saadet Partisi kırklara karıştı, kanat taktı göğe yükseliyor, bunlar tanrıdan yeni bir mucize bekleyen o papaz gibi hiç istiflerini bozmuyorlar.
Şöyle düşünüyorum. Herhalde bu adamlar bir sabah Fatih Erbakan’ın Saadet Partisi’ne el koyması için ciddi bir bahane üretiyorlar.
Yoksa Saadet Partisi’nin son yıllarda içinde bulunduğu ve her seçim sonucunda biraz daha derinleşen yönetim krizinin akılla mantıkla bir izahı yok.
Temel istifa! YİK denilen garabet topyekûn istifa!

Şu mübarek gecede benliğinde birikmiş onca isyanla hiç öyle tatlı bir tilavetle ikna olacak, huşu içinde namaz kılıp salavat getirecek türden saf Müslümanlar gibi hissetmiyorum kendimi.
Kandiller, bayramlar, mübarek geceler benim Müslümanlığıma hep ters etki yapar. Tatlı bir tilavetle kıyamda durmak, imamın arkasında secdeye varmak yüreğime ağır gelir.
Ben kendimi bu türden bir Müslümanlığa ikna edemem. Bunun bir sürü nedeni var elbette.
Böylesine mübarek gecelerde kendimi avucunda bazalt bir taşı sımsıkı tutan ve tozlu kirpikleriyle ufka bakan kimsesiz o Filistinli çocuklar gibi öfkeli hissederim.
Gazze’nin morglarındaki çelik alaşımların serinliği tüm bedenimi kuşatır. Yüreğim katılaşır, dinden imandan kaynaklı bütün o ulvi duygularım donar. Dilim dönmez gözüm hiçbir şeyi görmez olur.
Minarelerden okunan o efkârı sahte ezanlar, beyhude kılınan o namazlar, sonu oburluğa dönüşen o oruçlar, yapılan o dünyevi dualar, politikacıların boş temennileri gözümde giderek küçülür; anlamsızlaşır. Kendimi o Filistinli çocukların çaresizliğiyle baş başa bulurum. Ve yüreğimdeki isyan o saf Müslümanlığımı sarsacak derecede büyür. Bir yerlerde hayatın sahtekârlığına çıkmış bu Müslümanlıktan çok daha yüce bir şeyler olduğunu hissederim.
O isyanın hızıyla; “Sizin dinden, imandan, tanrıdan, ahlaktan anladığınız şey buysa alın o Müslümanlığınızı başınıza çalın. Benim inandığım Müslümanlık böyle bir şey değil. Mazlumun, hakkı yenilenin, ezilenin, yurdu işgal edilenin yanında tanrı adına riyasızca durmaktır benim Müslümanlıktan anladığım." diye fısıldarım.
Onun için şu mübarek gecede selamete ermiş Müslüman numarası yapamam. Ölüme ve açlığa terk edilmiş Filistinli Müslümanların morglarda hissettiği soğukluk gibi ben de bu mübarek geceye soğuğum.

“Bir köpeğin seçme şansı yoktur. Köpek dışkılamak için çömeldiğinde bir karar verdiğini sanır. Asıl sorun şu ki, köpeğin sahibi o durumdan çok farklı değildir. Ya biz insanlar… Gerçekten hayatta bir seçim yapıyor muyuz yoksa doğduğumuz ânda her şeye karar verilmiş mi oluyor? Belli bir coğrafyada, belli bir zaman diliminde, belli bir tarih aralığında, farklı bir toplumda, farklı bir ülkede, farklı bir inanç sisteminde, farklı bir din setinde, farklı bir kültürde, farklı bir sosyal sınıfta, farklı bir ailede ve farklı bir DNA sarmalında iken gerçekten dışkılamak için çömelen bir köpekten farklı bir tercih yapabiliyor muyuz? O ânın yerel kanunlarına, töresine, etik anlayışına ve ahlak kurallarına bağımlı olarak doğduk. Bir insan olarak bu şartlarda gerçekte neyi seçebiliriz? Bizi kuşatan bu kaderden, içinde doğduğumuz bu hayattan kaçabilir miyiz?” Berlin Köpekleri filminden

Ülkedeki bütün muhalif sesleri susturmuş olduklarından geriye tek şey kalmıştı. Halkı inandırmaya çalıştıkları kendi yalanları. İşte 31 Mart yerel seçimlerinde tosladıkları şeyin özeti buydu. Artık politika ile ilgili ülke gerçeklerini yazıp dillendiren objektif yazarlar yok. Bunun anlamı halk desteği % 30’lara kadar gerilemiş bir iktidarın rotası yok. Referans alabileceği kendisine çekidüzen verebileceği söz yok. İktidar için sürüklenme devam edecek. Tıpkı ANAP örneğinde olduğu gibi gelecek seçimlerde iktidardan düşüp parçalanacaktır. CHP Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığında kaybede kaybede Özgür Özel ile kazanmayı öğrendiler.
CHP yerelde total aklı kullanıp yeni bir iktidar kurmayı başaramazsa, eski ideolojik saplantılarına geri dönerse yakaladığı bu şansı heba eder. Halkın artık % 65’i mevcut iktidarı istemiyor. Bu açık bir gerçek. Bu durum biraz siyaset bilen istatistiklere biraz aşina olan, gerçeklerden ürkmeyen her siyasal analist için öngörülebilir bir sonuçtu. Ama ülkede normal olan her şey o denli zemin kaybetti ki, bu sonuç hemen herkes için bir sürpriz oldu.
İstatistikte kuraldır; büyük olan her şey küçük olanı yutar. Ve bu gidişle % 65 % 35’i yutacak. Kısacası siyaset sosyolojisinde erimekte olana çare yoktur.

Damarlarımızda Aramco’nun yeşil petrolü dolaşıyor. Kalbimiz Mercedes Benz’in motoru gibi bayram heyecanıyla atıyor. Üstelik hiç aşı olmamış olmamamıza rağmen silisyum damarlarımızı içten çiziyor. Tırnaklarımız Karabük çeliği gibi uzamış, içlerine gres yağı doluşmuş. Keramet ehlisiniz zira sensörlere duyarlı vücut ısılarımız var. 37 dereceyi gören her orospu çocuğu ampul otomatikman yanıyor. Arabesk müziğe hiç gerek yok; artık otomobillerin motor sesinden markalarına göre bir melodi oluşturabiliyoruz. Ruganlarımız Petronas lastiğinden farksız. Soğuk asfalt griliği sevdiğimiz bir renk; kire pasa geliyor. Aracın lastik havası, yağı ya da yakıtı düştüğünde en yakın akaryakıt istasyonuna uğrayıp orucumuzu açabiliyoruz. Çalan her klaksonda çocukluğumuzun çekilmez plastik mızıkalarından bir parça var. Bu aşamada bir otomobilin mekanik ihtiyacı ile bir insanın fiziksel ihtiyaçları benzeşiyor. O halde otomobil insanın zamana karşı yarışan bir parçası mıdır, yoksa insanın kendi elleriyle kurduğu modern hayatın köle İsaura’sı mıdır? Her şey o kadar iç içe geçmiş ki, göz kapaklarımız otomobillerin cam sileceği, egzozlardan çıkan kara dumanlar gastrit çıktısı gibi. İşte manevi açıdan tam da böyle bir ramazanım oldu. Aşk ile bir daha tekrar edin bakayım. “Ananas da en az hurma kadar, penguen de en az deve kadar mübarektir!”
Bayramınız mübarek olsun.

Nasıl, henüz küçük birer çocukken Çingenelerin mahalleden kaçırdığı, kolunu ayağını kırıp dilenci yaptığını düşündüğünüz ama hayatın normal akışında ikide bir papaz olduğunuz ve en çekilmez anlarında onları kahpe bir pusuyla ya da fare zehiri verip ortadan kaldırmayı düşündüğünüz akrabalarınız bu bayram sabahı eli kolu yerinde sağ salim, egoist görünümlü tıka basa dolu bavullarla tekrar size geri döndüğünü görünce mutlu oldunuz mu?

Afrika’daki bazı kabile şeflerinin söylediğine göre kimlik, ehliyet, pasaport vs. gibi resmi gereklilikler dışında fotoğraf çektirmek ruhunun başkaları tarafından çalınmasına müsaade etmektir. Bu tuhaf sözü duyduğum günden beri fotoğraf çekilmekten imtina ediyorum.


Uyarı: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple eser sahibinin onayı olmaksızın yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi hukuken yasaktır. Bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı kanun hükümlerine tabidir.

Hiç yorum yok: